İngilizce'ye
dair hatırlayabildiğim ilk anım mahallenin sevimli ve süper zeka çocuğu
Soner'le aramızda geçenlerdi. Soner okuma yazmayı okula gitmeden
öğrendiği için ilkokul 1. sınıfı okumadan 2. sınıfa atlamış bi'
arkadaşımızdı. İngilizce'yle alakalı bildiği tek şey araba isimleri ya
da içtiği kolalar olan çocuklardık biz. İlkokul 5. sınıfı bitirdiğim,
anadolu lisesini benim de anlamadığım bir şekilde kazandığım yılın
yazındaydık. Evet anadolu lisesine ilkokul 5'ten sonra girilen
zamanlardı, anadolu lisesini 7 yıl okuyan son nesildik hem de. Soner'den
bi' atari kasedi almıştım evde oynamak için. Vurdulu-kırdılı bi'
oyundu, atariyle ve bu tip oyunlarla hiç alakası olmayan annemi de
yanıma almıştım ve oyunu beraber bitirmiştik. Sonra da Soner'e oyunu
bitirdiğimi ispat etmek için "oyunun sonunda Tıhe End yazdı olum" gibi
kanıtlar sunuyordum. Bunu dememle beraber Soner "tıhe end değil lan, dı
end. Bi de anadolu lisesini kazandın" diyerek eziyordu beni. O an
Anadolu Lisesi'ni kazandığım andan itibaren otomatik olarak öğrenmem
lazımdı ingilizce'yi gibi bir düşünce yerleşiyordu beynime. İngilizce'ye
olan tanışmam nasıl olduysa devamında olanlar da öyle tatsız anılar
olmuştu.
Anadolu lisesindeki ilk yılımızda hazırlık
okuyorduk malum. Daha okulun ilk günlerinde hazırlık binasının
oradaİngilizce'yi yalayıp yutmuş, sindirip sıçmış üst sınıf öğrencileri,
bize "vatsyorneym, veraryufırom" gibi sorular soruyorlardı. Amaç
kendilerini tatmin etmek miydi, yoksa karşısında ingilizce bilmeyen
kişiyi bulmuşken rahat rahat pratik yapma düşüncesi miydi bilmiyorum. 11
yaşında çocuklar olan bizlere haftada 24 saat İngilizce dersi veriyolar
ve beyin kancıklaması geçirmemizi sağlıyorlardı. İngilizce'yi
öğretmenlerimizin katkıları haricinde, Betty Schrampfer Azar'ın
Fundamentals of English Grammar kitabı ve Milliyet'in vermiş olduğu
Redhouse resimli sözlükten öğreniyorduk. O resimli redhouse sözlük,
ergenliğe yeni giren bizleri memeyle tanıştıran sözlüktü aynı zamanda.
805-806. sayfa civarında masaj kelimesini açıklarken sırtı dönük çıplak
kadın fotoğrafı, 429-430. sayfa civarında da pregnant kelimesini
açıklarken göğüsleri de gözüken hamile kadın fotoğrafı vardı.
Fotoğrafların hangi sayfada olduğunu net olarak yazamama sebebim ise,
sözlükte o sayfaların -muhtemelen sınıf arkadaşlarım tarafından-
koparılmış olması.
Derslere katılımı her zaman minimum
düzeyde olan, aşırı derecede tembel bi' öğrenciydim. Bu halim
hazırlıktaki İngilizce öğretmenimin de dikkatini çekmiş olmalıydı ki,
sınıftaki herkesin parmak kaldırıp hocanın sorduğu soruya cevap vermek
istediği derslerden birinde, tek parmak kaldırmayan beni kaldırıp
"Hasan, where is your finger?" sorusunu yöneltmişti bana. Ben elimi ve
parmağımı gösterdikçe o aynı soruyu sormuştu. Defalarca, defalarca. O
sordukça ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu, o
soruyordu, ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu. Bu kısır
döngü nasıl sona erdi hatırlamıyorum. Muhtemelen sesli ve de İngilizce
bir cevap vererek kurtulmuşumdur bu paradokstan. Yine aynı şekilde
herkesin parmak kaldırıp benim parmak kaldırmadığım, mala bağladığım,
canımın bir şeylere sıkkın olduğu derslerden birinde -o yaşlarda neye
sıkılıyosa canım, haftada 24 saat İngilizce ders görmenin verdiği
bunalıma yoruyorum şimdilerde-, cümlenin içindeki boşluğu doldurmalı
soruları cevaplıyordu sınıf, fill in the blanks yapıyoruz yani. Yine
sınıfın tek parmak kaldırmayanı hoca tarafından kurban ediliyordu ve
sözü ben alıyordum. Sıra arkadaşım Mehmet hemen kendi kitabını benim
önüme çekip gösterdi cevabı, okudum okudum ve "mayn" demem gerekirken
"mine" dedim, yine tüm sınıf kahkahalarla güldü, bense İngilizce'den
biraz daha soğudum.
İçinde İngilizce olmayan ama çılgın
İngilizce'cimiz Hasibe'nin olduğu, hayatımda aldığım en cevapsız soruyu
yaşadığım gün. Sınıftan Semih diye bir arkadaş-nasıl bir arkadaş
olduğuna da değinicem- tebeşir tozundan saçlarımızın beyazladığı
günlerde, kara tahtaya "davar hasso" yazmış Hasibe'nin dersinden önce.
Bunu yapma amacı da bana takılmak, "tease" yahu "tease", umursamaz
tavırlarıyla nam salmış olan ben, hiç siklemiyodum tabi onun bu
takılmalarını. Ben siklemedikçe de böyle zıvanadan çıkıyodu. Neyse işte,
"silin lan tahtayı" sesleri arasında Hasibe sınıfa girdi, kara
tahtadaki yazıyı gördü, kendinden bekleneni yaptı ve tahtada yazanları
üzerine alındı, "bunu kim yazdı?" dedi, ses yok tabi. "Eğer yazan ortaya
çıkmazsa bütün sınıfı disipline vercem" dedi. Hala ses yok, sınıftaki
inekleyen kızlar korku dolu gözlerle, bi Semih'e bakıyolar, bi bana
bakıyolar. Birisi kahramanlık yapacak ve sınıfı kurtaracak disipline
verilmekten. Bi anda ben nasıl gaza geldiysem ayağa kalktım ve en
dememem gereken şeyi söyledim: "Hocam benim için yazmış olabilirler".
Hasibe'den gelen kroşe: "Niye oğlum, davar mısın sen?" Hasan'ın iç
sesinden gelen ama dile getiremediği aparkat: "Sen davar mısın da üstüne
alınıyon?". Hasan'ın dile getirebildiği bir şey de olmadı o ders saati
içerisinde zaten. Semih de o zamanlar pijin önde gideniydi. Şimdilerde
ise çok efendi bir insan, avukat kendisi, bürosu bile var, barosu da
vardır kesin. Bazen düşünüyorum, "Semih'in yanına gidip, o gün bana
yaşattığı psikolojik travma nedeniyle, kendisine tazminat davası açmam
için avukatlığımı yapmasını istesem mi?" diye. Şu içinde bulunduğum
yoklukta gayet gideri var bence.
Bir de çılgın
Hasibe'yle İngilizce film izleme seansımız var. Daha o yıl ilk kez
izleyecektik İngilizce filmi. -cektik dedim çünkü izleyemedik. Film
başladı, bir odada bir erkek ve bir kadın. Başladılar öpüşmeye, öpüşme
sahnesidir 3-5 saniye sonra geçer gider di mi. Geçmedi işte, öpüştükçe
soyundular, soyundukça öpüştüler&seviştiler. Sahne devam ettikçe
sınıfın erkeklerinden huağğğhğhğhğfdğgdfğg sesleri yükselmeye başladı.
Sonunda Hasibe Hoca bu bitmeyen sahneye ve tepkilerimize daha fazla
dayanamadı, patladı ve filmi kapattı.
Hazırlıkta
İngilizce'yi çözen bücürler olarak ortaokulda Fen Bilgisi ve Matematik
derslerini İngilizce görüyorduk. Daha n'olduğunu anlamadan orta 1'deki
ilk Fen yazılısından 08 almıştım. Bu 8 puanda Fen Bilgisi dersinin
içindeki ilk konuların Biyoloji konuları olmasının etkisi tabi ki de
var. 8 puanı
"photosynthesis" "
mitochondria" yazıp
almış olmam muhtemel. Dersimize giren Zarife Hoca 1'den 10'a kadar
"one, two, three, four, five, six, yedi, sekiz, dokuz, on" şeklinde
sayardı, benim aldığım 08 neden bu kadar gözünüzde büyüdü ki, hiç mi
puan almayak. Hem hanginiz "yirmibir grams, üç doors down, the number
yirmiüç, oniki angry men, beşyüz days of summer, elli first dates,
district dokuz" demediniz ki?
Matematik yazılısında da kesirli
sayıları sıralama sorusu vardı. "Ulan burda acaba büyükten küçüğe mi
diyo, küçükten büyüğe mi diyo" diye düşünürken %50 şansıma güvenip
birini seçmem ve kara bahtım kör talihim neticesinde yanılmam şaşırtıcı
değildi.
İşte böyle.
Yeah, well, you know, that's just, like, your opinion, man.