Okumadan Geçme

Facebook

23 Kasım 2011 Çarşamba

Öl(d)üm


Ölümü ilk kez, aynı adı ve soyadı taşıdığım dedemin ölmesiyle, kısmen öğrenmiştim, 5 yaşımdayken henüz. Dedem ölürken yanındaydım babamla beraber. Dedemin ölümüne ağlayan babamın kucağında ağlamıştım ben de. Kendisini nerdeyse hiç tanıyamadan ölmüştü dedem. Dedim ya 5 yaşımdaydım daha. Bizden yaklaşık 1000 km uzakta yaşayan dedemi toplasan 10 günlük süre kadar görmüştüm o yaşıma kadar. Dedemi tanıyabildiğim kadar anlayabilirdim ölümü ve dedemin ölümünü. İşte bu yüzden, ölümün ne demek olduğunu tam olarak 10'lu yaşlarımın başındayken anlayabilmiştim. Muhabbet kuşumuz vardı bir tane, o dönemlerde herkesin beslemesi çok moda olan. Başka bir şehre gidiyor olduğumuz için, halama bırakmıştık kuşu. Halamlar pencere açıkken kuşu kafesinden çıkarmışlardı ve kaçmıştı. Detaylı olarak da anlatmıştım. O muhabbet kuşunun öldüğünü görmemiştim ama, artık yoktu hayatımda. Hem bir muhabbet kuşu ne kadar yaşayabilirdi ki dışarda savunmasız bir şekilde. 1-2 muhabbet kuşumuz daha olmuştu sonraları ama, o günden sonra bir daha aynı şekilde muhabbet kuşu sevemez, bir kuşla şevkle ilgilenemez oldum.

Kuşun kaçmasından bir süre sonra da tavşan almıştık. Tavşan besliyordum ve onunla ilgileniyordum. Sebebini anlamayamadık. Bir gün o çok hareketli, durduğu yerde durmayan tavşan oturdu yere. Tüm çabalarımıza rağmen bir adım bile attıramadık o gece. Sabah kalktığımızda öldüğünü gördük tavşanın. İkinci kez bir ölüme ağlamıştım. O günden sonra bir daha tavşan da beslemedim hiç. O sabah okula gitmeden önce bir de hikaye yazmıştım tavşanın ölümü üzerine.

Biraz daha zaman geçti. Diğer dedem öldü bu kez. Babamın babasına göre biraz daha tanıma fırsatı bulduğum annemin babası. Yine ağladım ben. Ölüm ne demek olduğunu bir kez daha göstermişti. Bu kez çok daha acı şekilde göstermişti.

1-2 ay daha geçti. Çok sevdiğim Barış Manço öldü. Ama sesini duyabiliyor, şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Benim için bir yerlerde yaşıyordu yani.

Bir yıl daha geçti. Filmlerini bıkmadan, defalarca aynı keyifle izlediğim Kemal Sunal öldü. Onun da filmlerini izleyebiliyordum hala.

5 yıl daha geçti. Biraz daha bilinçli olduğum yıllardı artık. 2005'te Kazım Koyuncu öldü. Çok genç yaşta öldü. Onun da şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Dinleyebiliyordum ama, çok daha fazla canımı acıtıyordu bu ölüm. Bir gecede 100 küsür kez Yalnızlığı Anla'yı dinledim sesinden. "Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun" diyordu. Dolamazdı. Dolmadı ve dolmayacak da.

2 yıl daha geçti. Babam öldü bu kez. Benim hep iyileşeceğini bildiğim, ölümü hiç konduramadığım babam. Aynı babasının yakalandığı hastalığa yakalanmıştı. Ben hep iyileşecek biliyordum hastalık sürecinde. Hastalığı tamamen atlattığını sanıyordum. Sonra sabah gelen bir telefonla, babamın 16 yıl önce dedemin durumu ağırlaştığı için katettiği 1000 kilometreye yakın yolu, ben katettim bu kez. Babam babasını son kez yaşarken görebilmişti o yolculuk sonunda. Ben de yolculuk boyunca en azından bu ihtimali düşündüm. Ama göremedim. Daha iyi olan bu muydu, değil miydi hala bilmiyorum. Ölüm söz konusu olduğunda iyi diye bir şey yok aslında ya. Daha iyi diye nitelendirebileceğimiz bir durum değil yani bu.

Tüm bu ölümler arasında 2005'e kadar olanlar, 2005 ve sonrasındaki ölümlere göre daha az yaralar açmıştı. 2005'teki ölüm ağır yaralı konumuna getirirken bünyemi, 2007'de benim ruh ölümüm gerçekleşti. Ve ben hala dirilemiyorum. Ama tam olarak ölemiyorum da.

Hepinizin bildiği şu meşhur şiirde demiş ya şair "bağlanmayacaksın" diye. Nasıl bağlanmayacaksın ki? Anneye, babaya, kardeşe, dosta, sevgiliye, bağlarını sevgiyle kurduğun herhangi bir şeye nasıl bağlanmayacaksın? Mecbursun, bağlanacaksın, bağlanıyorsun işte, ama şunu da unutmayacaksın: "Hastalandığın için değil, doğduğun için öleceksin." Ne olursa olsun öleceksin. Ölümlere rağmen yaşayabilmelisin.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta.


Geçmişe duyduğum özlemin ufak bir parçası bu. Geçmişi, geçmişte yaşadıklarımızı bu kadar çok özlememiz normal mi? Çocukluktan başlıyor geçmişe olan özlemimiz ve belki de düne kadar sürüyor.

Sadece ben değilim geçmişi özleyen tabi. Bir başka blogta 4-5 yıl önceki MSN muhabbetlerini, MSN'deki yarısını tanımadığın 10 küsür kişilik toplu konuşmaları özlediğini yazan birini görüyorum.
15 yıllık arkadaşım askerliği özlediğini söylüyor bana. "Çok rahattım oradayken, şimdi yine orada asker olmak isterdim" diyor. Ne olursa olsun askerlik hani, o kadar gün sayılan, bitsin diye beklenen, gitmemek için çoğu kişinin 40 takla attığı askerlik.
Ben geçen sene Önder'le birlikte fabrikada gece vardiyasında çalıştığımız zamanları özlüyorum. Hem Önder'le çok güzel vakit geçiriyorduk o zamanlar, hem de seninle bol bol konuşuyorduk. Çok az uyuyarak günde 12 saat, 15-20 km yürüdüğüm o işi de özlüyorum bu yüzden işte.
Geçen yaz sabah 8'den gece 2-3'lere kadar amelelik yaptığım işi bile özlediğim oluyor, çalışanlarına hayvan kadar değer vermeyen bir iş yeri olmasına ve o zamanlarda lügatıma yeni küfürler katarak sövmeme rağmen.
Daha 5 ay önce kaldığım ve 3 ders sınavıyla geçtiğim yöneylemden kalmayı özledim ben ya. Her sınava çok ufak da olsa bi umutla girip, sınav çıkışı şarkıları yöneylem'e uyarlamayı özledim. Hep kalmak kanun mu yöneylem kitabındaaa? Çok aptalca gelebilir ama, öğrenciliğe dair onu bile özleyebiliyorum bazen işte. Dersten defalarca kalıp, her defasında sinirlenmeyi bile, "güzeldi onlar bile be" diye anımsıyorum.

Geçmişte kalan çoğu şeyi özlüyoruz işte. Kötü anıların olduğu şeyler bile olsa. Geçmişe olan özlem. Çok mu nankörüz acaba? Bilemiyor muyuz hiç yaşadığımız anın kıymetini, hep geçmişte arıyoruz güzellikleri? Geçmişe duyduğumuz özlemden günü kaçırmak mı, yaşadığımız anların değerini bilememek mi, ya da bilmek ama yine de geçmişi özlemek mi. Karışık biraz. Şu anda olduğu gibi. Çoğu insan geleceğine odaklanırken, geleceği ile ilgili planlar yaparken, hayaller kurarken, ben bırakın yaşadığım anın tadını çıkarmayı, geçmişte yaşadıklarımı özlüyorum mütemadiyen. Yaşadığım anın tadını çıkarmak demişken; hayattan gram zevk almıyorum çoğu zaman.

Bazı anların geçmesi için saatleri, dakikaları sayıyoruz, üzerinden 1-2 yıl geçtikten sonra "ne çabuk geçti bu kadar zaman" diye iç çekip o çabucak geçmesi istenen saatleri, dakikaları bile özlüyoruz. Çünkü aslında o hızlı geçmesini istediğimiz, o zamanın şartlarına göre "kötü" olarak nitelediğimiz zamanlarda bile güzellikler mevcut. Bu güzellikleri geçmişte bulmak çok kolayken, yaşadığımız anda neden bulamıyoruz?

Bu yaz boyunca boş gezenin boş kalfası olarak takıldım 20 günlük staj haricinde. Hala da öyle takılıyorum o ayrı dava. Mahallenin ufak çocuklarını her gün top oynarken görüyordum. Bi'gün izleyeyim çocukları diye gittim kenarda oturdum. Sonra hergün onları izlerken buldum kendimi. Aslında izlediğim onlar değil, kendi çocukluğumdu. Aralarındaki her çocuğu benim çocukluğumdaki arkadaşlarımla özdeşleştirdim.

Bu yazıyı yazmadan önce markete gittim. Dönerken bizim mahalledeki çocuklardan birini gördüm, benden 4-5 yaş küçük. Top oynardık eskiden mahallede ya, o da mahallenin ufaklıkları arasındaydı, bizimle beraber oynardı işte. "Efsanesin sen" der dururdu bana, sebebini bilmediğim bir şekilde. Tanısanız ya da bir yerde bir kaç dakika görseniz çocuğu "hafif kafası kırık" olarak nitelersiniz. "Hasan abi naber" dedi yanından geçerken, "iyi senden naber" derken kısık bir sesle, sesimi duyamayacak kadar uzağıma düşmüştü. Adını da hatırlayamadım çocuğun, görmeyeli çok zaman olmuştu. O'nun bana dair hatırladığı tek şey adım değilmiş. Geçiştikten sonra yine "efsane bee, efsane Hasan abi" dedi.

Dedim ya; çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta. Çünkü o karpuzu babam dilimleyip veriyordu bana. Benim gibi olan insanlar da eminim ki özlüyor geçmişte bıraktıklarını. Ama en çok da çocukluğunu.

Artık ne pikniğe gider olduk, ne de babam karpuz dilimliyor. Bir arada olmanın değerini bilmek lazım. Geride kalanlarla yaşamanın da değerini bilmek lazım tabi. Ben bunu başaramıyorum hala.