Okumadan Geçme

Facebook

29 Kasım 2016 Salı

The Big Çakowski

İngilizce'ye dair hatırlayabildiğim ilk anım mahallenin sevimli ve süper zeka çocuğu Soner'le aramızda geçenlerdi. Soner okuma yazmayı okula gitmeden öğrendiği için ilkokul 1. sınıfı okumadan 2. sınıfa atlamış bi' arkadaşımızdı. İngilizce'yle alakalı bildiği tek şey araba isimleri ya da içtiği kolalar olan çocuklardık biz. İlkokul 5. sınıfı bitirdiğim, anadolu lisesini benim de anlamadığım bir şekilde kazandığım yılın yazındaydık. Evet anadolu lisesine ilkokul 5'ten sonra girilen zamanlardı, anadolu lisesini 7 yıl okuyan son nesildik hem de. Soner'den bi' atari kasedi almıştım evde oynamak için. Vurdulu-kırdılı bi' oyundu, atariyle ve bu tip oyunlarla hiç alakası olmayan annemi de yanıma almıştım ve oyunu beraber bitirmiştik. Sonra da Soner'e oyunu bitirdiğimi ispat etmek için "oyunun sonunda Tıhe End yazdı olum" gibi kanıtlar sunuyordum. Bunu dememle beraber Soner "tıhe end değil lan, dı end. Bi de anadolu lisesini kazandın" diyerek eziyordu beni. O an Anadolu Lisesi'ni kazandığım andan itibaren otomatik olarak öğrenmem lazımdı ingilizce'yi gibi bir düşünce yerleşiyordu beynime. İngilizce'ye olan tanışmam nasıl olduysa devamında olanlar da öyle tatsız anılar olmuştu.

 Anadolu lisesindeki ilk yılımızda hazırlık okuyorduk malum. Daha okulun ilk günlerinde hazırlık binasının oradaİngilizce'yi yalayıp yutmuş, sindirip sıçmış üst sınıf öğrencileri, bize "vatsyorneym, veraryufırom" gibi sorular soruyorlardı. Amaç kendilerini tatmin etmek miydi, yoksa karşısında ingilizce bilmeyen kişiyi bulmuşken rahat rahat pratik yapma düşüncesi miydi bilmiyorum. 11 yaşında çocuklar olan bizlere haftada 24 saat İngilizce dersi veriyolar ve beyin kancıklaması geçirmemizi sağlıyorlardı. İngilizce'yi öğretmenlerimizin katkıları haricinde, Betty Schrampfer Azar'ın Fundamentals of English Grammar kitabı ve Milliyet'in vermiş olduğu Redhouse resimli sözlükten öğreniyorduk. O resimli redhouse sözlük, ergenliğe yeni giren bizleri memeyle tanıştıran sözlüktü aynı zamanda. 805-806. sayfa civarında masaj kelimesini açıklarken sırtı dönük çıplak kadın fotoğrafı, 429-430. sayfa civarında da pregnant kelimesini açıklarken göğüsleri de gözüken hamile kadın fotoğrafı vardı. Fotoğrafların hangi sayfada olduğunu net olarak yazamama sebebim ise, sözlükte o sayfaların -muhtemelen sınıf arkadaşlarım tarafından- koparılmış olması.

 Derslere katılımı her zaman minimum düzeyde olan, aşırı derecede tembel bi' öğrenciydim. Bu halim hazırlıktaki İngilizce öğretmenimin de dikkatini çekmiş olmalıydı ki, sınıftaki herkesin parmak kaldırıp hocanın sorduğu soruya cevap vermek istediği derslerden birinde, tek parmak kaldırmayan beni kaldırıp "Hasan, where is your finger?" sorusunu yöneltmişti bana. Ben elimi ve parmağımı gösterdikçe o aynı soruyu sormuştu. Defalarca, defalarca. O sordukça ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu, o soruyordu, ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu. Bu kısır döngü nasıl sona erdi hatırlamıyorum. Muhtemelen sesli ve de İngilizce bir cevap vererek kurtulmuşumdur bu paradokstan. Yine aynı şekilde herkesin parmak kaldırıp benim parmak kaldırmadığım, mala bağladığım, canımın bir şeylere sıkkın olduğu derslerden birinde -o yaşlarda neye sıkılıyosa canım, haftada 24 saat İngilizce ders görmenin verdiği bunalıma yoruyorum şimdilerde-, cümlenin içindeki boşluğu doldurmalı soruları cevaplıyordu sınıf, fill in the blanks yapıyoruz yani. Yine sınıfın tek parmak kaldırmayanı hoca tarafından kurban ediliyordu ve sözü ben alıyordum. Sıra arkadaşım Mehmet hemen kendi kitabını benim önüme çekip gösterdi cevabı, okudum okudum ve "mayn" demem gerekirken "mine" dedim, yine tüm sınıf kahkahalarla güldü, bense İngilizce'den biraz daha soğudum.

İçinde İngilizce olmayan ama çılgın İngilizce'cimiz Hasibe'nin olduğu, hayatımda aldığım en cevapsız soruyu yaşadığım gün. Sınıftan Semih diye bir arkadaş-nasıl bir arkadaş olduğuna da değinicem- tebeşir tozundan saçlarımızın beyazladığı günlerde, kara tahtaya "davar hasso" yazmış Hasibe'nin dersinden önce. Bunu yapma amacı da bana takılmak, "tease" yahu "tease", umursamaz tavırlarıyla nam salmış olan ben, hiç siklemiyodum tabi onun bu takılmalarını. Ben siklemedikçe de böyle zıvanadan çıkıyodu. Neyse işte, "silin lan tahtayı" sesleri arasında Hasibe sınıfa girdi, kara tahtadaki yazıyı gördü, kendinden bekleneni yaptı ve tahtada yazanları üzerine alındı, "bunu kim yazdı?" dedi, ses yok tabi. "Eğer yazan ortaya çıkmazsa bütün sınıfı disipline vercem" dedi. Hala ses yok, sınıftaki inekleyen kızlar korku dolu gözlerle, bi Semih'e bakıyolar, bi bana bakıyolar. Birisi kahramanlık yapacak ve sınıfı kurtaracak disipline verilmekten. Bi anda ben nasıl gaza geldiysem ayağa kalktım ve en dememem gereken şeyi söyledim: "Hocam benim için yazmış olabilirler". Hasibe'den gelen kroşe: "Niye oğlum, davar mısın sen?" Hasan'ın iç sesinden gelen ama dile getiremediği aparkat: "Sen davar mısın da üstüne alınıyon?". Hasan'ın dile getirebildiği bir şey de olmadı o ders saati içerisinde zaten. Semih de o zamanlar pijin önde gideniydi. Şimdilerde ise çok efendi bir insan, avukat kendisi, bürosu bile var, barosu da vardır kesin. Bazen düşünüyorum, "Semih'in yanına gidip, o gün bana yaşattığı psikolojik travma nedeniyle, kendisine tazminat davası açmam için avukatlığımı yapmasını istesem mi?" diye. Şu içinde bulunduğum yoklukta gayet gideri var bence.

Bir de çılgın Hasibe'yle İngilizce film izleme seansımız var. Daha o yıl ilk kez izleyecektik İngilizce filmi. -cektik dedim çünkü izleyemedik. Film başladı, bir odada bir erkek ve bir kadın. Başladılar öpüşmeye, öpüşme sahnesidir 3-5 saniye sonra geçer gider di mi. Geçmedi işte, öpüştükçe soyundular, soyundukça öpüştüler&seviştiler. Sahne devam ettikçe sınıfın erkeklerinden huağğğhğhğhğfdğgdfğg sesleri yükselmeye başladı. Sonunda Hasibe Hoca bu bitmeyen sahneye ve tepkilerimize daha fazla dayanamadı, patladı ve filmi kapattı.

Hazırlıkta İngilizce'yi çözen bücürler olarak ortaokulda Fen Bilgisi ve Matematik derslerini İngilizce görüyorduk. Daha n'olduğunu anlamadan orta 1'deki ilk Fen yazılısından 08 almıştım. Bu 8 puanda Fen Bilgisi dersinin içindeki ilk konuların Biyoloji konuları olmasının etkisi tabi ki de var. 8 puanı "photosynthesis" "mitochondria" yazıp almış olmam muhtemel. Dersimize giren Zarife Hoca 1'den 10'a kadar "one, two, three, four, five, six, yedi, sekiz, dokuz, on" şeklinde sayardı, benim aldığım 08 neden bu kadar gözünüzde büyüdü ki, hiç mi puan almayak. Hem hanginiz "yirmibir grams, üç doors down, the number yirmiüç, oniki angry men, beşyüz days of summer, elli first dates, district dokuz" demediniz ki?
Matematik yazılısında da kesirli sayıları sıralama sorusu vardı. "Ulan burda acaba büyükten küçüğe mi diyo, küçükten büyüğe mi diyo" diye düşünürken %50 şansıma güvenip birini seçmem ve kara bahtım kör talihim neticesinde yanılmam şaşırtıcı değildi.

İşte böyle.

Yeah, well, you know, that's just, like, your opinion, man.