Okumadan Geçme

Facebook

12 Aralık 2011 Pazartesi

Karartma

Renklerle alakalı bi' mim vardı milattan önce. Sweet Leaf orada benden de bahsetmişti. Paylaştığımız o hüzünlü şeyleri umarım çabucak atlatır. Çok istiyorum bunu. Siz de çok isteyin, herşeyin iyi olmasını O'nun için. Bu yazıyı okuyanlar dua etsin, hiç tanımadığı biri için, iyi olmasını dilesin ve iyi olsun. O'nun için renklerle alakalı olarak diyeceğim şey şu: en aklı başındalığı hangi renk temsil edebiliyorsa, o renktir ruh rengi. İzlediğim, takip ettiğim diğer blog yazarları için de yazmak isterdim bir şeyler ama, vaktim daraldı iyice, sabaha yolculuk var, hayata biraz ara verme zamanı geldi artık. Ara sıra çok saçma şeyler anlatmak üzere uğrayacağımı ümit ediyorum. Hoşçakalın. Renkli hayatlarınız olsun.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Hayata Dair İç Gıdıklayan Klişeler #1 Sazan.avi

Bu klişe öyle böyle bir klişe değil. Askere giden er kişinin bunu çeşitli ortamlarda duyurma amacıyla yazma şekli. Ben buna daha çok MSN iletilerinde rastlardım. Çarşı izinlerinde internet kafelere akın eden gençlik, her MSN açışında gözümüze sokardı birliğini, ne komutanlığında olduğunu, ilini falan. Artık MSN kullanımı neredeyse ortadan kalktığı için, facebook ve Twitter'da görebilmek mümkün benzerlerini. Ama en favorim şu tipte olanlar: "20 seNeLik diZi 15 ayLık rEkLaMa giRdi ;););) ---89/4 kRaL DewRe KoManDo seRqan!--- ŞAFAK 450" a.k.a. ferihAnonim.


Sazan başlığını atma sebebim de, benim Ağustos dönemindeki deney'im sonucu. Yaptığım çok ayıp, bi de caps aldım üstüne. Van'a giden herhangi birinin yazdığını kopyalamıştım o zaman, oltaya kimler düşecek acaba diye.

Bu hikayenin içinde bir de hayata dair iç burkan bir detay var. Ben bunu o zamanlarda görüp yazdığımda Van'a asker olarak giden, bu iletiyi yazan o kişi, Van'da büyük depremi yaşadı. Umarım iyidir şimdilerde o kişi de.

8 Aralık 2011 Perşembe

Figüran

Hayatımıza, düşüncelerimize ve kişiliğimize etki eden çoğu şey bizim seçimimiz değil. Seçimimiz gibi gözükenler de, aslında değil. Başardıklarımız, yaptıklarımız da öyle. Başardığımız, yaptığımız şeylerdeki payımız, aslan payı değil yani.

Gone Baby Gone filminin açılış konuşmasında şu sözler geçiyor: "Sizi siz yapanın, seçemedikleriniz olduğuna inanmışımdır hep. Yaşadığınız şehir. Mahalleniz. Aileniz. Buradaki insanlar bunlarla gurur duyar sanki kendi başarılarıymış gibi. Ruhlarını çevreleyen bedenler. Etraflarını saran şehirler. Ömrüm boyunca bu blokta yaşadım. Bu insanların çoğu öyle."

Evet, hayata başlamamız ve sonrasında olan çoğu şey seçimimiz değil. Aileden, yaşadığımız şehre. Bir çok insan memleketiyle, yaşadığı şehirle gurur duyar, belirli sıklıklarla bunu dile getirir. Ama bunların daha da ötesinde aslında, bizim seçmediklerimizin hayatımıza etkisi.

İnsanlar yaptıkları, başardıkları şeyleri hep kendilerinin yaptığını, başardığını düşünüyor ama aslında çoğu zaman kendi yaptıkları diğer etkileyen onlarca faktörün yanında çok önemsiz. Misal 10 yaşında bisiklet sürmeyi öğrenen bir çocuk sadece pedalı çevirip, dengede durmayı başarıyor. Sonrasında da bisiklet sürebildiği için övünüyor ve belki de bir başka arkadaşına hava atıyor bu sayede. Ama o bisikletin oraya gelmesinde payı olan onun yaptığından çok daha fazla şey var. Yaşadığı tarih, çevre, ona o bisikleti alan ailesi vs. Aynı şekilde o çocuğun bisikleti sayesinde hava attığı diğer çocuk mesela. Ona bisiklet al-a-mayan ailesi farklılıkları ve değiştiremedikleri, seçemedikleri şey. Aslında bu örnek pek olmadı, anlatmak istediğimi tam yansıtmadı ama, bi türlü toparlayıp da başka bir örnek bulamadım. Her neyse işte, anlatabildiğim kadarıyla böyle. İnsanın hayatındaki yaptıklarında doğduğu ve yaşadığı yerin, çevresinin, geçmişinin, kendisinin dışında gelişen olayların etkisi çok daha fazla yani. Yani aslında insan, kendi hayatının bile figüranı, başrolü değil.

6 Aralık 2011 Salı

Gölgede Kalanlar #1 - Flört

Uzun zamandır aklımda olan bir şeydi "Gölgede Kalanlar" adı altında çok fazla bilinmeyen grupları, filmleri yazmak. Başlangıç Flört'e kısmetmiş.


Kim Bunlar adıyla tanımıştık onları aslında 90'ların ortalarında. Atabarı'nı söylemişlerdi, klip çekmişlerdi ve tanınmışlardı. Daha sonra isim değişikliğine giderek "Flört" oldular. 2003-2004 civarıydı Flört ismiyle onları tanımam. Lisedeyken Radyo D'de Maximum Rock'ta haftanın en sıkı 10'lusunda "Cemiyette Pişiyoruz" şarkılarını duymuştum ilk olarak. "Ulan kim bunlar kim bunlar" diye arayıp dururken aslında onların eski "Kim Bunlar", olduğunu öğrenmek hoş bir sürpriz olmuştu. Daha sonra albümlerini de edinmiştim ve gerçekten güzel şarkıları vardı. Gördüklerinden daha fazla ilgi, alakayı hakediyorlardı bence. O dönemler çokça çıkan bir sürü gruptan, isimden daha kaliteli, daha iyi işler yapmışlardı. Yalnızlık Mevsimi, Rasta Baba, Yola Devam şarkıları 2001 yılında grupla aynı adı taşıyan Flört albümünün benim için öne çıkan parçalarıydı. Bir şarkı daha var benim için öne çıkan ama, onun hakkındaki kelamı en sona bırakıyorum.

2003 yılının sonlarında ise Flört adıyla ikinci albümleri olan Cemiyette Pişiyoruz albümünü çıkardılar. Bu albümde ise; albüme adını veren Cemiyette Pişiyoruz, Bir Tek Sen Gelmedin, İstanbul, Modern Ortam Romantikleri, Şakalar, Bize Dervişler Geldi öne çıkan parçalar oldu, yine benim için.

Bu iki albümden sonra uzun bir ara veren grup 2010 yılında Demli isimli albümüyle geri dönüş yaptı. Bu albümde ise Toprak Ana, Uyanman Lazım, Kafayı Yedim, Sevmez Olaydım, Eski Dostum en çok dinlediğim şarkılarıydı.

Grubun web sitesinden daha detaylı bilgi edinmek mümkün: http://www.flortmuzik.com

En sevdiğim ve en çok dinlediğim şarkıları Yola Devam. Şarkının bir de yeni versiyonunu yaptılar bu yıl. Bu hali de değişik ve güzel olmuş bence. Dinlemek isterseniz:

Gökyüzüne fırça fırça boya sürerdim
Altına imzamı atıp eve dönerdim
Şeytana kurşun sıktım, yine ölmedi
Başım döndü ben döndüm, kimse görmedi
Hadi yola devam bu usta
Hadi yola devam be kaptan
Aramızda koca dağlar
Hadi dümenin başına kaptan

Gelelim ilk albümlerindeki o en anlamlı şarkıya.(Geldik o malum şarkıya arkadaşlar) "Onun Adı Hasan" şarkısı tabi ki. Sanki benim için yazmışlar şarkıyı. Bu şarkıyı dinledikçe beni hatırlayın dicem ama, internette hiçbir yerde yok, elinizde yoksa dinleyemeyeceksiniz. Fizy'de vardı, ordaki de silinmiş sanırım. Ben açamadım. Zaten boşverin, beni hatırlayıp da n'apcaksınız di mi ama?

1 Aralık 2011 Perşembe

Gece Vardiyası


Önder ve ben, 1.5 yıl öncesi. Gece vardiyası, gündüz vardiyası demeden çalışmıştık fabrikada. Ben bu video'yu gece çektik diye hatırlıyordum ama, gündüz çekmişiz galiba, arkadaki camlardan sızan ışıkları görünce. Aslında tam gece kafasıymış bizimki. Bize her an geceymiş. Kafamız hep güzelmiş. Forklift'e bak hizaya gel.

Düzeltme: Önder gece çektiğimiz konusunda ısrarlı.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Öl(d)üm


Ölümü ilk kez, aynı adı ve soyadı taşıdığım dedemin ölmesiyle, kısmen öğrenmiştim, 5 yaşımdayken henüz. Dedem ölürken yanındaydım babamla beraber. Dedemin ölümüne ağlayan babamın kucağında ağlamıştım ben de. Kendisini nerdeyse hiç tanıyamadan ölmüştü dedem. Dedim ya 5 yaşımdaydım daha. Bizden yaklaşık 1000 km uzakta yaşayan dedemi toplasan 10 günlük süre kadar görmüştüm o yaşıma kadar. Dedemi tanıyabildiğim kadar anlayabilirdim ölümü ve dedemin ölümünü. İşte bu yüzden, ölümün ne demek olduğunu tam olarak 10'lu yaşlarımın başındayken anlayabilmiştim. Muhabbet kuşumuz vardı bir tane, o dönemlerde herkesin beslemesi çok moda olan. Başka bir şehre gidiyor olduğumuz için, halama bırakmıştık kuşu. Halamlar pencere açıkken kuşu kafesinden çıkarmışlardı ve kaçmıştı. Detaylı olarak da anlatmıştım. O muhabbet kuşunun öldüğünü görmemiştim ama, artık yoktu hayatımda. Hem bir muhabbet kuşu ne kadar yaşayabilirdi ki dışarda savunmasız bir şekilde. 1-2 muhabbet kuşumuz daha olmuştu sonraları ama, o günden sonra bir daha aynı şekilde muhabbet kuşu sevemez, bir kuşla şevkle ilgilenemez oldum.

Kuşun kaçmasından bir süre sonra da tavşan almıştık. Tavşan besliyordum ve onunla ilgileniyordum. Sebebini anlamayamadık. Bir gün o çok hareketli, durduğu yerde durmayan tavşan oturdu yere. Tüm çabalarımıza rağmen bir adım bile attıramadık o gece. Sabah kalktığımızda öldüğünü gördük tavşanın. İkinci kez bir ölüme ağlamıştım. O günden sonra bir daha tavşan da beslemedim hiç. O sabah okula gitmeden önce bir de hikaye yazmıştım tavşanın ölümü üzerine.

Biraz daha zaman geçti. Diğer dedem öldü bu kez. Babamın babasına göre biraz daha tanıma fırsatı bulduğum annemin babası. Yine ağladım ben. Ölüm ne demek olduğunu bir kez daha göstermişti. Bu kez çok daha acı şekilde göstermişti.

1-2 ay daha geçti. Çok sevdiğim Barış Manço öldü. Ama sesini duyabiliyor, şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Benim için bir yerlerde yaşıyordu yani.

Bir yıl daha geçti. Filmlerini bıkmadan, defalarca aynı keyifle izlediğim Kemal Sunal öldü. Onun da filmlerini izleyebiliyordum hala.

5 yıl daha geçti. Biraz daha bilinçli olduğum yıllardı artık. 2005'te Kazım Koyuncu öldü. Çok genç yaşta öldü. Onun da şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Dinleyebiliyordum ama, çok daha fazla canımı acıtıyordu bu ölüm. Bir gecede 100 küsür kez Yalnızlığı Anla'yı dinledim sesinden. "Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun" diyordu. Dolamazdı. Dolmadı ve dolmayacak da.

2 yıl daha geçti. Babam öldü bu kez. Benim hep iyileşeceğini bildiğim, ölümü hiç konduramadığım babam. Aynı babasının yakalandığı hastalığa yakalanmıştı. Ben hep iyileşecek biliyordum hastalık sürecinde. Hastalığı tamamen atlattığını sanıyordum. Sonra sabah gelen bir telefonla, babamın 16 yıl önce dedemin durumu ağırlaştığı için katettiği 1000 kilometreye yakın yolu, ben katettim bu kez. Babam babasını son kez yaşarken görebilmişti o yolculuk sonunda. Ben de yolculuk boyunca en azından bu ihtimali düşündüm. Ama göremedim. Daha iyi olan bu muydu, değil miydi hala bilmiyorum. Ölüm söz konusu olduğunda iyi diye bir şey yok aslında ya. Daha iyi diye nitelendirebileceğimiz bir durum değil yani bu.

Tüm bu ölümler arasında 2005'e kadar olanlar, 2005 ve sonrasındaki ölümlere göre daha az yaralar açmıştı. 2005'teki ölüm ağır yaralı konumuna getirirken bünyemi, 2007'de benim ruh ölümüm gerçekleşti. Ve ben hala dirilemiyorum. Ama tam olarak ölemiyorum da.

Hepinizin bildiği şu meşhur şiirde demiş ya şair "bağlanmayacaksın" diye. Nasıl bağlanmayacaksın ki? Anneye, babaya, kardeşe, dosta, sevgiliye, bağlarını sevgiyle kurduğun herhangi bir şeye nasıl bağlanmayacaksın? Mecbursun, bağlanacaksın, bağlanıyorsun işte, ama şunu da unutmayacaksın: "Hastalandığın için değil, doğduğun için öleceksin." Ne olursa olsun öleceksin. Ölümlere rağmen yaşayabilmelisin.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta.


Geçmişe duyduğum özlemin ufak bir parçası bu. Geçmişi, geçmişte yaşadıklarımızı bu kadar çok özlememiz normal mi? Çocukluktan başlıyor geçmişe olan özlemimiz ve belki de düne kadar sürüyor.

Sadece ben değilim geçmişi özleyen tabi. Bir başka blogta 4-5 yıl önceki MSN muhabbetlerini, MSN'deki yarısını tanımadığın 10 küsür kişilik toplu konuşmaları özlediğini yazan birini görüyorum.
15 yıllık arkadaşım askerliği özlediğini söylüyor bana. "Çok rahattım oradayken, şimdi yine orada asker olmak isterdim" diyor. Ne olursa olsun askerlik hani, o kadar gün sayılan, bitsin diye beklenen, gitmemek için çoğu kişinin 40 takla attığı askerlik.
Ben geçen sene Önder'le birlikte fabrikada gece vardiyasında çalıştığımız zamanları özlüyorum. Hem Önder'le çok güzel vakit geçiriyorduk o zamanlar, hem de seninle bol bol konuşuyorduk. Çok az uyuyarak günde 12 saat, 15-20 km yürüdüğüm o işi de özlüyorum bu yüzden işte.
Geçen yaz sabah 8'den gece 2-3'lere kadar amelelik yaptığım işi bile özlediğim oluyor, çalışanlarına hayvan kadar değer vermeyen bir iş yeri olmasına ve o zamanlarda lügatıma yeni küfürler katarak sövmeme rağmen.
Daha 5 ay önce kaldığım ve 3 ders sınavıyla geçtiğim yöneylemden kalmayı özledim ben ya. Her sınava çok ufak da olsa bi umutla girip, sınav çıkışı şarkıları yöneylem'e uyarlamayı özledim. Hep kalmak kanun mu yöneylem kitabındaaa? Çok aptalca gelebilir ama, öğrenciliğe dair onu bile özleyebiliyorum bazen işte. Dersten defalarca kalıp, her defasında sinirlenmeyi bile, "güzeldi onlar bile be" diye anımsıyorum.

Geçmişte kalan çoğu şeyi özlüyoruz işte. Kötü anıların olduğu şeyler bile olsa. Geçmişe olan özlem. Çok mu nankörüz acaba? Bilemiyor muyuz hiç yaşadığımız anın kıymetini, hep geçmişte arıyoruz güzellikleri? Geçmişe duyduğumuz özlemden günü kaçırmak mı, yaşadığımız anların değerini bilememek mi, ya da bilmek ama yine de geçmişi özlemek mi. Karışık biraz. Şu anda olduğu gibi. Çoğu insan geleceğine odaklanırken, geleceği ile ilgili planlar yaparken, hayaller kurarken, ben bırakın yaşadığım anın tadını çıkarmayı, geçmişte yaşadıklarımı özlüyorum mütemadiyen. Yaşadığım anın tadını çıkarmak demişken; hayattan gram zevk almıyorum çoğu zaman.

Bazı anların geçmesi için saatleri, dakikaları sayıyoruz, üzerinden 1-2 yıl geçtikten sonra "ne çabuk geçti bu kadar zaman" diye iç çekip o çabucak geçmesi istenen saatleri, dakikaları bile özlüyoruz. Çünkü aslında o hızlı geçmesini istediğimiz, o zamanın şartlarına göre "kötü" olarak nitelediğimiz zamanlarda bile güzellikler mevcut. Bu güzellikleri geçmişte bulmak çok kolayken, yaşadığımız anda neden bulamıyoruz?

Bu yaz boyunca boş gezenin boş kalfası olarak takıldım 20 günlük staj haricinde. Hala da öyle takılıyorum o ayrı dava. Mahallenin ufak çocuklarını her gün top oynarken görüyordum. Bi'gün izleyeyim çocukları diye gittim kenarda oturdum. Sonra hergün onları izlerken buldum kendimi. Aslında izlediğim onlar değil, kendi çocukluğumdu. Aralarındaki her çocuğu benim çocukluğumdaki arkadaşlarımla özdeşleştirdim.

Bu yazıyı yazmadan önce markete gittim. Dönerken bizim mahalledeki çocuklardan birini gördüm, benden 4-5 yaş küçük. Top oynardık eskiden mahallede ya, o da mahallenin ufaklıkları arasındaydı, bizimle beraber oynardı işte. "Efsanesin sen" der dururdu bana, sebebini bilmediğim bir şekilde. Tanısanız ya da bir yerde bir kaç dakika görseniz çocuğu "hafif kafası kırık" olarak nitelersiniz. "Hasan abi naber" dedi yanından geçerken, "iyi senden naber" derken kısık bir sesle, sesimi duyamayacak kadar uzağıma düşmüştü. Adını da hatırlayamadım çocuğun, görmeyeli çok zaman olmuştu. O'nun bana dair hatırladığı tek şey adım değilmiş. Geçiştikten sonra yine "efsane bee, efsane Hasan abi" dedi.

Dedim ya; çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta. Çünkü o karpuzu babam dilimleyip veriyordu bana. Benim gibi olan insanlar da eminim ki özlüyor geçmişte bıraktıklarını. Ama en çok da çocukluğunu.

Artık ne pikniğe gider olduk, ne de babam karpuz dilimliyor. Bir arada olmanın değerini bilmek lazım. Geride kalanlarla yaşamanın da değerini bilmek lazım tabi. Ben bunu başaramıyorum hala.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Koku: Bir Lahanaseverin Hikayesi


Yaklaşık bir ay önce tişörtümün iç kısmında, birkaç gün önce de, uzun zaman sonra ilk kez giydiğim kazağımda kokusunu yoğun olarak aldım kara lahana'nın. Zaten anneme çorbasını yapması için uzun süredir baskıda bulunuyordum. Bu kazaktaki koku sonrası annemle aramızdaki diyalog:

Ben: Anne yaa yap artık şu lahanayı, kar yağmasını mı beklicez. Bak kazağımda bile lahana kokusu alıyorum.
Annem: Kazakta ne lahana kokusu, aşeriyon mu oğlum, noluyo sana?
Ben: Yaa anne bak bi kokla, harbiden kokuyo.
Annem: Du bakim. aa valla kokuyomuş.

Ama harbiden kokuyodu lan. Vallahi kokuyodu bak.

Bu diyalogtan bir gün sonra annemin de canı iyice çekmiş olacak ki yaptı gara lahana çorbasını dün. Harika bi şey lan bu. Böyle acılı oldu mu bi' de.

Son olarak;
"Bilgi sahibi olan varsa, tişörtümün ve kazağımın üzerindeki lahana kokusunu açıklasın bana. Nasıl olabildi bu? Kazak 2 aydır filan kanepenin altında duruyodu. Nemden dolayı mı oldu nasıl oldu. Kimin yüzünden oldu bu koku hacı, kim kim kim?"

Başka bir mecrada da yazmıştım bunu ve gelen açıklama şöyleydi bu duruma: "muhtemelen nemden dolayi hafif bir kuflenme vardir ama cok degil soyle tatli bir kuflenme ve o kuf kokusu insana caninin en cok istedigi gibi gelir, senin icin kara lahana corbasi (bu arada hic tatmadim, cidden oyle guzel mi?), benim icin simit (olmaz deme, aylar oldu simit yuzu gormeyeli) olabilir yani."

Bence doğru ve mantıklı bir açıklama. Başka bir açıklama getirebilecek olan buyursun yazsın. Hayatında hiç kara lahana çorbası yememiş biri varsa da, hemen Trabzon'lu bi' arkadaşına yanaşsın. Ya da gelsin beni bulsun.

20 Ekim 2011 Perşembe

Barış, Ne Olur Barış

"Durdurun bu kanı" diyorlar. "Bu kan duracak mı?" diyorlar. Ülkeyi yönetenler her defasında aynı şeyleri söylediği, "intikamımızı alacağız" dediği sürece durabilir mi sizce? Durdu mu 30 yıldır? Hala anlayamadılar mı öldürerek, silaha silahla karşılık vererek sonlandırılamayacağı? Yoksa işlerine bu şekilde olması mı geliyor da, aynı oyunu her 20-30'lu sayıda şehit olduğunda oynuyorlar? Gerçekten bu sorunu çözmek istiyorlar mı? Çözmek istiyorlar da mı çözemiyorlar? 30 yıl olmuş, değişen bir şey yok. Bu kadar mı aciziz? Meclistekilere bakıyorsun; hala birbirlerine laf koyma derdindeler. Oturup kafa kafaya verip, nasıl çözeriz demek yerine, fırsattan istifade vuralım düşüncesiyle, prim yapmaya çalışınca ne geçti elinize bugüne kadar? Giden her bir canın bir aileyi hayattan kopardığının farkında değil misiniz hala?

Devletin kanalı TRT 1, bundan 1-2 ay önceki PKK saldırısından birkaç gün sonra, Güçlü Ordu'muzun misilleme yapmasının ardından öldürülen teröristler için "şehitlerin kanı yerde kalmadı" diye başlık atmıştı. Kan davasına çevirmişler durumu iyice kendi kafalarında. Bi' onlardan, bi' bizden, basketbol oynuyoruz sanki, hücum sırası kimde acaba?.. Kanları yerde kalmadı ya, rahat ettik hepimiz. O şehit aileleri unuttu acılarını değil mi? Derin bir oh çektiler biz de teröristleri öldürünce. Yeni şehitlerimiz de olmadı. Bitirdik terörü, kurtulduk. Ne güzel! Olaya bu şekilde baktıkça bu sorun çözülemeyecek işte. Anlayın artık.

Türk olmak, Kürt olmak, Laz olmak, İngiliz olmak, Somali’li olmak insanların tercihi değil. Sen İzmir’deki, Trabzon’daki, Antalya’daki Türk kardeşim; sen de ben de; biz de Hakkâri’de doğmuş bir Kürt olabilirdik. Sen Diyarbakır’da, Hakkâri'de, Şırnak'ta doğan Kürt kardeşim; sizler de Eskişehir'de doğmuş bir Türk olabilirdiniz. Ölen bu gençlerden birisi senin kardeşin olabilirdi, ölenlerden birisi sen olabilirdin. Kurşun sıkmak çözüm değil, öldürmek çözüm değil.

"Biz de saldıralım, biz de onları öldürelim, en iyi Kürt ölü Kürt" diyen, ölüme, ölüye, sadece tek taraflı bakan kişilere de şunu sorayım: Senin deyiminle bizler, onları öldürmeye çalışırken sadece bir askerimiz bile ölse, onun sorumluluğunu alabilir misin? PKK’dan 100 teröristin, bizden 1 askerin öldüğünü düşün mesela. O 1 kişiyi feda edebilecek misin karşı taraftan öldürülecek 100 kişiye? Bu kadar ucuz mu bir insanın hayatı senin gözünde? Öldürerek bitirebileceğini mi sanıyorsun?

Devlet büyüklerimiz alıyorlar işte bu sorumluluğu. Nasıl alabiliyorlar anlayamıyorum. Nasıl hala intikamını alacağız diyebiliyorlar anlamıyorum. Bu kadar kolay ve basit olmamalı. Bir insanın hayatı bu kadar ucuz değil. Hele hele 20'li yaşlardaki insanların hayatı.

PKK'ya katılan insanların kimisi tehditle, kimisi beyni yıkanarak zorla katılıyor terör örgütüne. O insanların cehaletini düşünün. Kendi çocukluğunuzu düşünün. 10-15 yaş arasındaki fikirlerinizi düşünün. Bir de Üniversite okuduktan sonra, kitaplar okuduktan sonra, kendi başınıza kaldıktan, kimsenin etkisi altında kalmadan olayları kendiniz yorumlamaya başladıktan sonraki halinizi düşünün. Fikirleriniz arasındaki farklılıkları, değişimleri göreceksiniz. Her insan 10'lu yaşlarındayken cahildir. Her insan yakınındakilerin, büyüklerinin fikirlerinden etkilenir o yaşlarda. Kendi başlarına düşünmesine fırsat kalmadan, o insanların beyni yıkanıyor. Zamanında kendi büyükleri nasıl kandırılmışlarsa, o insanlar da öyle kandırılıyorlar. Eğitilmemiş, eğitimsiz insan, kendi düşünmez, kendisinin yerine düşünenler vardır nasılsa! O düşünenler ne derse, o da o yönde düşünür. İnsanları eğitmeden, bilinçlendirmeden çözülemez bu sorun. Kendi başına düşünmeyen, düşünmesine izin verilmeyen o beyinlere anlatmadan çözülemez. Kürt halkı kazanamazsan, sahiplenmezsen, o insanları kendi tarafına çekemezsen, barıştan yana olmalarını sağlayamazsan çözülemez. Oradaki insanları yalnız bırakırsan çözülemez. Bu politikayla devam ettiğimiz sürece PKK daha çok genci dağa çıkarır ve daha çok yanar yüreğimiz.

Barıştan başka çözümü yok bunun. İntikam dedikçe, kanı yerde kalmadı dedikçe daha da kötüye gidecek. Çözüm için yapılması gerekenlerden birisi de o bölgeye yatırım yapmak. O konuyla alakalı daha önce şöyle bir yazı yazmıştım. Sadece bir fikir. O bölge insanların içinde olduğu durumu da gözlemlemiş biri olarak, aciz bir fikir.

5 Ekim 2011 Çarşamba

Demiştin

nerden baksan hepimiz maymundan gelme karbon temelli yaratıklarız..

8 Eylül 2011 Perşembe

Bir Otostop Macerası

Otostop maceraları bazen kimsenin durmamasıyla sinir bozucu olur. Bekledikçe kimse durmaz, sinirler gerilir, boş geçen arabalara küfürler yağdırılır. Benim deneyimlerimde uzunca bir süre kimse durmadıktan sonra bi Kartal, Şahin araba durdu hep. Yani şu çıkarımı yazalım beynimizin bi yerine. Şahin'i, Kartal'ı olan insan özünde iyi insandır. Müziği son ses açıp, arabesk, fantezi ve bilimum apaçi müzikleri dinler belki ama. Olsun en azından yolda kalmış olan bana bir yardımı dokunuyor adamın.

Benim yaşadığım bi' otostop macerası ise biraz farklıydı.

Akçakoca'nın 10 km kadar dışındaki evimizden Akçakoca merkeze gitmiştik kuzenle. Geri dönüş için otobüs de yok, neye güvenip gittik bilmem. Gece 12 civarında da geri dönücez ama, 5 kuruşsuz kalmıştık bir de. Parayı kızlarla da yemedik lan, daha ufaktık, 7-8 sene önceydi. Tam olarak ne yaptığımızı hatırlamıyorum ama muhtemelen lunapark'a filan gitmişizdir; orada ekstra yamukluktaki topla penaltı filan atarken bitirmişizdir parayı. Para penaltı atarken nasıl biter demeyin, atamadıkça hırs yapıyor insan, e top da yamuk, girmiyor. Neyse fazla dağıldı konu.

Geri dönebilmemiz için tek yol otostopdan geçiyor. Kuzenle başladık gelen geçen arabalara otostop çekmeye. Karanlık olmasından dolayı, uzaktan gelen arabanın ne olduğu da anlaşılmıyor. Otostop çekme hareketimizi yapıyoruz -vakti zamanının refah partisinin işareti olan, Necmettin Erbakan'ın elinin sürekli aldığı şekil-. Otostop çektiğimiz arabalardan biri 20-30 metre ilerimizde duruyor, ama bakıyoruz araba taksi çıkıyor. "Ticari bekleme yapma devam et!" diye geçiyorsa da içimizden, bizi farkedip geri geliyor. Biz de taksi olduğunu farkediyoruz, o geri geldikçe biz kenara çekiliyoruz, geri geri kaçıyoruz. Adam da inat ediyor gelmeye devam ediyor ve yakalıyor bizi. "Olm niye kaçıyosunuz, otostop çekmenin anlamı ya param yok, ya da taksiye para vermek istemiyorumdur, binin bakayım götüreyim gideceğiniz yere" diyor adam. Adamın bu sözleri karşısında, utanıyor, sıkılıyoruz; "aman abi biz ettik sen etme" ve biniyoruz. Teşekkür üstüne teşekkür ediyoruz.

İndikten sonra kuzenle, "vay be helal olsun adama, böyle insanlar da kalmış işte" geyiğimizi yapıyoruz tabi. O olmadan olmaz. Nitekim otostop olayı zevkli bir iştir ama riskli de bir olay. Arabasına bindiğiniz kişiye göre değişken işte zevki de, riski de. Risk dediysem şu manada ha: "adamın muhabbeti kafa açıyodur" filan.

6 Eylül 2011 Salı

Zamanın Ötesinden - Berisinden

Benim babam ilkokul mezunuydu. İlkokulu da 7 senede bitirebilmiş. Peki neden öyle olmuş? Şartlar nasılmış?

Trabzon'un Araklı ilçesine bağlı Pervane köyü vardır. O köy bizim köyümüzdür. O köyde 1961 yılında doğmuş babam. Köyün yüzölçümü o kadar büyüktür ki bir büyükşehir inşa edilebilir köye. Yörenin coğrafi özelliklerini de gözünüzün önünde canlandırın. Tabi ki dağ, bayır, orman coğrafi özellikler dediğim. Köyün tek okulu, köyün girişindedir. Dedemlerin evi ise köyün en ucunda, yüksekte. Babam okula gitmek için 6-7 km aşağıya inermiş. Okuldan geri dönerken de kuzine sobada yakılmak üzere odun toplarmış geçtiği yollardan ve o topladığı odunları da sırtına yüklenerek çıkarmış o 6-7 km'lik yolu ayağındaki kara lastiklerle. Dersler arasında matematiği baya iyiymiş babamın. Şimdilerde bilmeyenin ayıplandığı 4 işlemi (hesap kitap işleri işte) de çok iyi yaparmış. Ama hayat işte.

Babam 5. sınıftayken Çanakkale'ye çalışmaya yollanmış dedem tarafından tam dönemin ortasında. Yaklaşık 1.5 yıl kadar Çanakkale'de kalmış, çalışmış. 1.5 yıl sonra geri döndüğünde, dedem babaannemin yaptığı bir bidon tereyağıyla gitmiş okula; babamın öğretmeninin yanına. Babamın sınıfını geçmesini istemiş öğretmeninden. Ve bu şekilde ilkokulu ve okul hayatını bitirmiş babam.

Benim babam kalebodur-mermer ustasıydı. Sadece bu işi yapardı ama, inşaatta her işten anlardı. Bazen desenli şekilde döşeyeceği kalebodurlar için çizimler yapardı kağıda. Değişik şekiller denerdi, farklı renkteki kalebodurlarla. Şuraya gelicem; eğer okuyabilseymiş babam; Türkiye'deki en iyi İnşaat Mühendislerinden ya da Mimarlardan birisi olabilirdi.

Bize bu yeteneklerini hatırlatan; Akçakoca'daki evimiz; her yerini özenerek, kendi elleriyle yaptığı. Baba yadigarı yani bir nevi. Her köşesinde emeğinin olduğu.

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Yalnızlık - Konuk Yazar

Birkaç ay önce bloga konuk yazar formatında, arkadaşlarımın yazılarını koyma fikrim gelmişti. O ara da kendilerine bahsetmiştim onlar da "olur yazarız" demişlerdi. Sonra da tembelliklerinden kaynamış gitmişti arada. Dün gece Önder'e esmiş ve yazmış. Bayram'da yalnızlığı sonrası yazmış, döktürmüş bence hatta.

İşte o yazı:

-Sanki hiç yazılmamış bir konu gibi yalnızlık hakkında birşeyler yazmak istedim. Beni bilenler ciddi konuşmaya, yazmaya pek hevesli bir adam olmadığımı rahatlıkla söyleyebilirler. Ben en güzel sözleri yalnızken kendine söyleyenlerdenim. Hakikaten neden en güzel laflar yalnızken aklına gelir ki insanın? Aslında insanın derken yazar(ben) kendinden bahsediyor maalesef. Bayram tatilini fırsat bilen ailem köye gitti ve ben evde kalmayı tercih ettim. Aslında evde tek başına geçireceğim - uzun zamandan sonra- ilk günümden bu tekliğe sığamadığımdan heralde bu yazıyı yazma fikri geldi aklıma. Zira yazmasam kendi kendine tirat geçen deli bir tiyatrocu gibi olurdum. Şu mikro durumdan makro bir çıkarım yaptım. Ben istemediğim bir yalnızlığın kombinesini her sene alan garip bir taraftarım. İnsan neden istemediği bir yalnızlığa meyleder ki?

Etrafta sivrisinekler kovalıyorum. Kaşındıkça yalnızlık geliyor sanki derimin altından, sürekli. Neden diyip duruyorum ama zaten biliyorum ki. Ben yaşamaya korkuyorum. İnsanlara neden hep en fazla bir dirsek mesafesinde yaklaşıyorum ki? İşte bu yazarın(benim) kendi ile ilgili farkında olduğu ya da diğerleri gibi bilip de bilmemezlikten geldiği sorunlarından biri değil. O kadar çok suskun kaldım ki, duramam diye konuşmaya çekiniyorum. zaten bu saatler genellikle ayakta olan için depresyon saatleri galiba.

-Yalnızlığı sevmiyorum, istemiyorum ama nasıl yalnız olunmaz onu bilmiyorum. Ya da yalnız olmayınca ne yapılır bir fikrim yok. Bu sebepten refleks geliştirdim, güvenmeme kisvesi altında insanlara pek bulaşmıyorum. Ya da onlara farklı birisini sunuyorum; fazla birşey beklemeyecekleri ama sevebilecekleri birisini. Aslında artık hangisi gerçek olan,ben bile ayırt edemiyorum bazen.

-İşte burda diğer bir savunma mekanizmam bunun sadece benim başıma gelmediği konusunda bana telkin veriyor. Haklı da ama bu benim durumumu değiştirmiyor. Bunca şeyi düşündükten sonra da insanın önünde tanıdık bir seçenek beliriyor: "yalnızlık". Sonra insan hata yapmamak için hiçbir şey yapmamayı seçiyor. sonra enter'a basıp yeni bir paragrafa başıyor. Ki hepimiz burda insan derken kimi kastettiğimi anladı galiba. Sadece yazar değil...

Önder - Nam-ı Diğer Tenekeci.

12 Ağustos 2011 Cuma

Neden Gitti?



Bi darlık geldi gece vakti. Bu sahneye rastladığımdan mı bilmiyorum. Daraldığımdan mı bu sahneye denk geldim, bu sahneye denk geldiğim için mi daraldım. Bilmiyorum.

Sanki buram çok acıyo gibi oldu.. Bu acı geçiyo mu?

Mafettin beni be İsmail abi.

Ben güçlü olmak istemiyorum ki. Ben seni istiyorum.

1 gün sonra ekleme:
Alternatif olarak; ben güçlü olmak istemiyom. Ben künefeyi istiyom. Valla hacı çok canım çekti. Hadi künefe yiyelim. Yemin ediyom, valla bak. Nam nam nam yeriz 4'er tane.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Leyla ile Mecnun


25 yaşındayım, hayatımda ilk kez bir diziyi(yabancı dahil) böylesine takip ediyorum ve böylesine müptelasıyım.

Yeni sezon bu akşam başlıyor. Ara verilen bu süreçte diziyi izlemeyen 3-4 arkadaşıma daha izlettim. Ben dizideki geyikleri yaparken onların anlamaması da olmuyor tabi haliyle. İkisiyle beraber tekrar izledim tüm bölümleri. Sanırım her bölümünü en az 6-7'şer kez izlemiş bulunuyorum. İzledikçe arada kaçırmış olduğum ufak detayların olduğunu farkediyorum ya işte. O an bambaşka bir keyif anı.

Gecikmiş de olsa Leyla ile Mecnun yazısını da yazma zamanı da gelmiş bulunuyor artık. Hala izlememiş olan varsa ıslak sopayla döverim!

Son bölümlerdeki sahneleriyle gözlerden yaş da getirdi bu dizi. Hem böylesine komik olmasının, hem de ağlatabilmesinin sırrı nerede peki? Tabi ki samimiyetinde.

Kemal Sunal Balalayka'yı çekmeye giderken; "senelerce daha zor olanı yaptım, insanları güldürdüm, bu kez ağlatmaya gidiyorum" demişti. Fakat filmi çekememiş ve çok daha fazla ağlatmıştı bizleri. İşte bu dizi her ikisini birden öyle güzel yaptı ki. Bunu yaparken öyle samimiydiler ki. Sanki bizim aramızda yaşıyor gibiydiler, bizim mahalleden gibi. Her an her yerde İsmail Abi'yi görecekmiş gibi tetikte duruyor ve "Hooooooooooooop" diye karşılık verecekmiş gibi içimizde tutuyoruz. Kamil'in bile en yakın arkadaşı olmaya razıyım ben, gerçekten o mahalle olsa, ben de orada yaşasam. Evet bazen ağzımdan çıkanla kulağımın duyduğunun tuttuğunu ben hiç görmeyebiliyorum.

Diziyi izlemeye başladıktan bir süre sonra İskender Abi'nin motorlu taşıtlarla olan ilişkisini ben cep telefonlarıyla yaşamaya başladım. Önce sesim karşıya gitmemeye başladı, sürmeli kapağı olan telefon; kapağını kapattığımda ekranı da geri dönmemek üzere siyah ekran verdi. Mavi ekran verseydi iyiydi de, mavi ekran vermeyince kötü oldu. Başka bir telefon edindim arkadaşımdan, bu kez de gelen mesajlar abuk subuk şekilde görünmeye başladı. Okunmuyor ve anlaşılmıyor. Yaktın beni İskender Abi. Allah'tan telefonla fazla işi olan bi adam değilim.

Burak Aksak; bu dizinin senaristi olman zaten başlı başına çok güzel bir olay. Ama bir de şu var ki; 6. bölümde Mecnun'a söylettiğin "O neymiş öyle ben sabah kahve içmeden uyanamam filan, çay içmeden kendine gelir mi insan ya?" repliği kendi düşüncelerinse eğer, sen var ya bambaşka güzellikte bi adamsın. Zaten diziyi izlerken bir çok sahnede kendimi izler gibi oluyorum. Arada da bu küçük detaylar tuzu biberi oluyor.

Leyla ile Mecnun sevmeyen bizden değildir!

27 Temmuz 2011 Çarşamba

Halim Öyle, Halim Böyle

Yaklaşık 1 aydan beri yazmak için bekliyor bunlar. Bir türlü yazmaya cesaret edemedim. Ta ki düne kadar. Dertler, sıkıntılar, belirsizlikler var çok sayıda.

Yazmak için bile kendimi toparlayabilmem baya zor oldu.

Hangisinden nasıl başlamalı ki. Okulun bitmesiyle düşmüş olduğum boşluktan başlıyım. Klasik okul bitti ne yapacağımı şaşırdım tarzı bir boşluk da değil tam olarak. Ağustos'ta yapacağım bir staj var 20 günlük. Sonrasında okuldan çıkışı alacağım ve yüzleşme o zaman başlayacak. Okulun bittiği günden beri, o stajı boş boş beklemenin getirdiği boşluk bu biraz. Bunun için sıkıntı, dert diyemem tabi. Bu daha çok can sıkıcı oluyor.

7. yılda ancak bitebilen okul sonrası, senede belki 1-2 kez -o da bayram seyranda- gördüğüm akraba ve arkadaşımsıların sorduğu sorular da değişti nihayet. Ama sorunun değişmiş olması, onların sorularının sevimsizliğini değiştirmiyor. Ben hayatımın hiçbir döneminde plan yapmadım geleceğimle alakalı. Onların soruları ise genelde planlarım üzerine oluyor. Yok plan filan. Pilan yapmayın pilan. Bir de askerlik ekseninde dönüyor tabi bu muhabbetler. Genel kanı bir an önce yap kurtul, çıksın aradan şeklinde. Benim düşüncem de o yönde ama şartlar öyle değil işte. En azından Nisan'a kadar geçici bir iş bulup çalışmam gerekiyor. Ama hala ne yapacağım belli değil. O idarelik, geçici işi bulabilecek miyim? Onu bulmaya çalışırken Aralık'ta gidebileceğim askerliği kaçırıp, iş de bulamazsam ne bok yicem? En kötü ihtimalle geçen yaz amelelik yaptığım yere giderim. Giderim de alırlar mı? Çalışanlarına hayvana verdiği değerden bile daha az değer veren iş yeri sahibine ve iş yerine yeniden sabredebilir miyim?

Yaş olmuş 25. Hala bir baltaya sap olamamışız. Askere gidip gelcem filan derken 26 olacak. Hala balta sap ilişkisi aynı şekilde devam ediyor olacak. Aslında bir baltaya sap olmayı pek isteyen biri de değilim. Ama işte yine şartlar, yine sorumluluklar var. Askerlik sonrasında da yapmam gereken bir seçim var. Okuduğum bölüm Endüstri Mühendisliği. Ama yapmak istediğim bu değil. Öğrenciliğim boyunca, zamanla soğudum bölümümden. Tam olarak yapmak istediğim şeyi de bilmiyorum. Aslında biliyorum. Yaparken zevk alacağım, sıkılmayacağım, kendimi geliştirebileceğim, değişik şeyler de öğrenebileceğim, gerçekten bir şeyler üretebileceğim bir iş istiyorum. Bu işin maddi getirisi hiç önemli değil. Sadece işin adını dile getiremiyorum özel olarak. Aslında işin adını da biliyorum ama yapabilir miyim onu bilmiyorum. Cesaret de edemiyorum pek dile getirmeye. Denemeden bilemem ama di mi? En azından denemeye değer. Peki ama nasıl deneyeceğim? Neresinden başlamam lazım? Gidip Endüstri Mühendisliği okumuşken, bölümle alakasız bir iş için nasıl girişimlerde bulunmalıyım? Yoksa şu boktan şartlar yüzünden riske girmeden, başımı eğip, efendi efendi okuduğum bölümü mü meslek etmeliyim kendime? Bunların hepsi soru işareti olarak bir kenarda duruyorlar.

7 yıl boyunca aileden uzakta öğrenci evlerinde yaşadıktan sonra aileyle yaşamak da garip geliyor. Yattığım, kalktığım saate, içtiğim sigaraya, kolaya karışılması, bir nevi öğrenci evindeki sınırsız özgürlüğün kısıtlanmış olması. Bir şeyi kesin olarak farkettim mesela. Annelerin dırdır etmek için sebebe ihtiyacı yok. Ve dırdırın en yoğunlaştığı anlar evin elektrikli süpürgeyle temizlendiği zamanlar oluyor. Dırdır dediysem; bana ve kardeşlerime söylenme babında. Benden başlıyor, en küçüğümüze kadar sırayla dilinden geçiyoruz. Burayı uzun zamandır takip edenler bilir az çok. Kendimi kaç kez yatırıp kestim burada. Bence çoğunda haklıydım ve az bile yazmıştım kendime. Benzerlerini annem benim için söylediğinde, biraz koyuyor sanki. Hani ben kendimi biliyorum, kendimin ağzına sıçayım filan diyorum kendime de, annemden duyunca benim kendime kızma sebeplerimi, biraz daha yaralıyor.

Benim için şimdiye dek kaç kişi dedi acaba şunu: "Anlayamadık, çözemedik seni." Son olarak da annem dedi 2-3 hafta kadar önce hayattan beklentilerimden, iş güçle alakalı düşüncelerimi konuştuktan sonra. Benden umudu var hep. Şimdiye kadar genelde o umutları hayal kırıklığına çevirdiysem de. Beklentilerine tam olarak karşılık veremiyorum. Verebileceğimi umut ediyorum. Aileme karşı olan sorumluluğum birçoklarına göre çok daha fazla. İşte tam bu noktada sıkışıp kalıyorum. Beklentilere karşılık verebilmekle, yaşamayı istediğim hayat. Yaşamayı istediğim hayatın yanında bunu da başarabilecek miyim. Yoksa beklentileri- üzerime düşen sorumlulukları- yerine getirmek için istediğim hayattan taviz mi vermem gerekecek? İkisini bir arada yapmayı deneyip de başaramazsam, geç olur mu geri dönmek için? O tren bir kez mi gelir? Yine "Ne zaman gitti tren?" diye söylenir miyim?

İnsanlardan hem nefret ediyorum, hem de önemsiyorum. Nefret ettiklerim tanımadıklarım daha çok. Önemsediklerimse sevdiklerim. Nefret ettiğim insanlığın genel profili aslında. Parayı hayatlarında ilk sıraya koymuş olmaları, hep daha fazlasını istemeleri ihtiyaçları olmadığı halde, sadece kendi menfaatleri için diğer herşeyi hiçe sayabilecek kadar hırsla bezenmiş ruhlarının olması, kendilerine dert ettikleri şeyler vs. Bunları en güzel anlatan Eddie Vedder'ın Society şarkısı, ben daha fazla yormayayım kendimi. Önemsediklerim sevdiklerim dedim ya. Sevdiğim insanların üzülmelerini istemiyorum. Hele hele benim yüzümden, içinde benim olduğum üzüntülerinin olmasını hiç istemiyorum. Ben üzüleyim gerekirse önemli değil ama, o sevdiğim insan benim yüzümden üzülmesin. Onun üzülmeyeceği bir çıkar yol varsa, o yoldan çıkabileyim. Arkadaşlarımı gerçekten çok seviyorum. Hele hele en yakınımda olanları. Parasızlıktan bir hafta boyunca evden hiç çıkmadan, sadece makarna yiyerek yaşadığımız günleri özlüyorum. Sabah kalktığımda; önce elektriğin, 1 dakika sonra da suyun ödenmeyen faturalar nedeniyle kesildiğini farkettiğimde hissettiklerimi özlüyorum.

Kardeşim LYS'ye girdi ve tercihleri var bu aralar. Tercihlerinde ona en çok yardımcı olması gereken kişi benim, hem yakınlık derecesi, hem de 7 yaş önde olmanın getirdiği tecrübeyle. 7 yıl önce benim tercih yaptığım zamanları düşünüyorum. Bir de şimdiki ben'i düşünüyorum. Kardeşime yazması için bir bölüm öneremiyorum. 7 yıl öncesinde olsaydım mühendislik ve benzeri bir bölüm yazmazdım. Ama o zamanlar ısrarla mühendislik diye tutturmuş ve tüm tercihlerimi alakalı alakasız mühendislik dallarından oluşturmuştum bok varmış gibi. Gerçi bok varmış heralde evet. Boka battık bitirene kadar. Benim 7 yıl önceki halim gibi kardeşiminki de biraz. 7 yıl sonra o da benim şimdiki halim gibi olmasın istiyorum. Kazandığı ve okuduğu bölümden memnun olsun, hayata daha iyi bir yerden bakabilsin.

Korktuğum ne kadar çok şey var. Bu kadar çok korktuğum şeyin arasında ölüm var bir de. 4 yıl önce çok yakından hissettiğim, yaşadığım ölüm. Ve zaman zaman çok da arzuladığım ölüm. Bu yazdıklarım arasında en az korktuğum şey belki de ölüm. Ama kendi ölümüm en az korktuğum. Kendim dışındaki ölümler ise herşeyden daha fazla korku veren. Her gün babam geliyor aklıma ve her gün bu dünyaya dair içimden tonla şey geçiyor lanetler içeren. Her gün Kazım Koyuncu geliyor aklıma. Sesini her duyduğumda, her anımsadığımda 33 yaşında ölmüş olmasına inanamıyorum. En çok o yaşamalıydı belki de. Bu insanlara bir şeyler anlatmak için, en çok o yaşamalıydı.

Ne garip di mi? Ölüm tüm sıkıntılardan kurtulmak için çok basit bir yolken, hepimiz yaşamayı ve direnmeyi seçiyoruz. 657 güzel demiş "Bilseydik Yaşamazdık" diye. Yaşamaz mıydık sahi?

15 Temmuz 2011 Cuma

Aha Kafasi Yarıldi #2


Tam 1 yıl aradan sonra yine yardım kafayı. Bu kez gecenin bi vakti otururken gelen göz kararması sonrası bayılmışım. 2 saat sonra uyandığımda bu haldeydi kafa. Artık yere mi vurdum, naptım, nasıl oldu bilmiyorum. Ay iğrencım.

Öhm. O değil de uzun zamandır boşladım buraları da. Tembelliğin, başıboşluğun zirvelerinde yaşıyorum. Boşluktan, hiçbirşey yapmamaktan depresyona gircem.

Neyse işte. Şu sıcak yaz günlerinde ayağının altına karpuz çekirdeği yapışan arkadaşım. Yalnız değilsin.

30 Haziran 2011 Perşembe

Yol Hikayeleri #7

Şimdiye kadar hep bi' eğlence vardı yol hikayelerimde. Bu kez öyle değil. Hikaye filan da yok yani. Öncekiler de yaşanmışlardı ama onların bir mizahi yanı da vardı. Bu kez farklı.

Seneler boyunca Kayseri'den Düzce'ye uzanan son yolculuğun hayalini; "İçim çok rahat bir şekilde, son kez bincem o servise ve otogardan otobüse. En rahat yolculuğum olacak." şeklinde kurmuştum. Ama öyle olmadı. Tam tersi oldu hatta. En zor yolculuktu dün gerçekleşen. İçim çok rahat yapacağımı düşlediğim yolculukta, hiç rahat değildi içim. En sıkıntılı olanıydı. Gözüm arkada kalarak olandı bir nevi.

Gelecekle alakalı kurduğun düşlerin gerçekleşme zamanı geldiğinde; hiç aklının ucundan geçmeyen şeyler oluyor ya işte . Hayatın ne kadar garip olduğunun göstergesi.

24 Haziran 2011 Cuma

Bitt-i

Önce;


3 ders sınavları;

Sonra;



Yöneylem-1 CC, Yöneylem-2 BB. Transkriptime bakan maşallah yöneylem'i iyi der. Okulun son iki gününde yöneylem öğrendim. İnanması güç ama bitti galiba. 20 günlük staj haricinde. O da takılmalık. Daha detaylı bir analiz de yapcam 7 seneyle alakalı. Ama şu tabloyu görmek hayaldi. Gerçek oldu diye bitirmedim dikkat ettiyseniz. Neyse işte, bir devir daha kapandı. Selametle.

17 Haziran 2011 Cuma

Ya Aptal'ız Ya Abdal

Kısaca seçimler sonrasından bir izlenim; Ülkenin %50'lik kısmının içindeki bir kısım, diğer %50'lik kısma aptal derken, bu %50'lik kısım koyunku kuzulu muhabbetler yaparken; ülkenin %26'sının oyunu almış olan parti başkanı kendilerini başarılı olarak görüyor. Önündeki partinin oylarını sen almışsındır, o partinin oyları azalırken senin oyların artmıştır. Bu durumda "başarılıyım" dersin hadi. Muhalefette olmana rağmen iktidardaki parti oylarını artırmışken ve başka bir alternatifin yokken "başarılıyız" diyerek sen de kendi %26'lık seçmenini aptal yerine koyuyorsun bir nevi. O aldığın oyları da alternatifsizlikten alıyosun zaten. Milletvekili sayısını artırmışmış. Bak Allah'ın işine!

Ya aptalız, ya abdal. Orta yolu yok mu bunun?

14 Haziran 2011 Salı

His Teri - Ne Ararsan Var

Mühendislik fakültesinin bahçesinde oturuyoruz. 3 farklı bölümde okuyan 8-10 kişiyiz. Gelip gidenler de oluyor ara sıra. Herkes bitirme durumunda-telaşında finallerin açıklanmasını bekliyor. Finallerin açıklanması için son gün artık. Herkeste bir heyecan ve gerginlik var. Umut var.

Muhabbet keyifli aslında. Ama kimse rahat değil işte. Gülüyoruz eğleniyoruz bir yandan. Bir yandan açıklanması beklenen finallerin gerginliği var. Diğer yandan artık 6-7. senesine gelmiş olan herkesin bitirip gidesi var. Başka bir yandan da ne kadar sevilmese de bu şehir hepimiz tarafından, alışmışlığımız var. Şehre olmasa da birbirimize alışmışız. Senelerdir hayalini kurduğumuz bitirip de gidelim artık düşüncesi bitirme durumuna gelince garip bir hisse bürünüyor. Sevinsek mi, üzülsek mi bilemiyoruz. Aslında hem seviniyor, hem üzülüyoruz içten içe. Gözlerimiz gülüyor "bitiyo lan bitiyo sonunda, yeni bi' hayata başlıyoruz artık" diyoruz ama. İçten içe de şu düşünce geliyor akla: "İyiydik lan böyle, alışmıştık bu hayata, öğrencilik güzeldi, dostluklar güzeldi, şimdi bitirip gidince napıcaz ki?". The Shawshank Redemption'da Brooks'un "hapishaneden çıkmak istemeyişi" gibi bir şey belki. Belki de Gemide'deki Kamil'in "dışarda bir hiç" olduğunu düşünmesi gibi.

Bilgisayardan not sistemine girilip çıkılıyor 2 dakikada bir. Açıklanan her notta değişen bir kaderi var hepimizin. Yeşeren ya da yıkılan umutları var. Kimimiz 3 ders sınavlarına girebilmek için bekliyoruz, kimimiz yaz okuluyla beraber bitirebilmek için.

Sıkıntılı olan dersler açıklandıkça sevinenimiz de var üzülenimiz de. Murat en sıkıntılı derslerinden birine bakarken geçtiğini öğrendiği anda Elçin'in kaldığını görüyoruz o dersten. Tam ben Murat'a çaaak yapmaya hazırlanırken; Elçin'in kaldığını öğrenince, kimse görmesin diye sessizce elini sıkıyorum. Murat'a sevinirken, Elçin'e üzülüyoruz. Genel sevinme ve üzülme halimiz var malum. Buna bir de sınavlar açıklandıkça gelen sevinç ve üzüntüler karışıyor. Yine sevinmekle üzülmek arasında kalıyoruz. Yine de iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz.

Bu duygularla dağılıyoruz okulun bahçesinden son kez bu kadar kalabalık bir şekilde belki de. Kalkarken başlayan yağmur, durağa gidene kadar sağanak haline dönüşüyor ve Haziran'ın ortasında saatlerce durmuyor. Kayseri ağlıyor bizim gidişimize geyikleri dönüyor son olarak. Belki de bizim dökemediğimiz gözyaşlarını döküyor bulutlar. 7 yıl boyunca biriktirdiklerimize, son günlerde hissettiklerimizi de ekleyerek..

31 Mayıs 2011 Salı

Ve Hazin Son

Öncelikle Yöneylem Şarkısıyla başlayalım.

Ne olur söyleyin geçenler bana.
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?
Kalemimi alıp yazmadan daha,
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?

Ümitlerim kırıldı bitti.
Hayallerim yıkıldı gitti.
Bu ders beni benden etti.
Kaldım, Kaldım bak ne hale geldim.


Her kalan sonunda düşüyor derde.
Bu Yöneylem kitabının yazanı nerde?
Bir tembel az çalıştı, sevemedi diye,
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?

Ümitlerim kırıldı bitti.
Hayallerim yıkıldı gitti.
Bu ders beni benden etti.
Kaldım, Kaldım bak ne hale geldim.

Ne hale geldim. Ne hale geldim. Gelmez olaydım. Gelmez olaydım. (Uzun Hava)

20 küsür kez dinlemişimdir Hayko&Nilüfer düetini sınavdan sonra. Sonra da bu şekilde uyarladım kendi durumuma. Acayip arabeske bağladım sınavdan çıktığım andan itibaren. Dış bahçede sözleri değiştirmiş olduğum haliyle sesli şekilde söyledim durdum şarkıyı. Önder de yanımda şarkının normal haliyle yeni hali arasında eşlik etme ikilemini yaşadı.

Yakın zamanda sözlerini bu şekilde seslendirip bir de klip çekeceğim bu şarkıya. Ciddiyim. Bir Yöneylem özürlüsünün dramı. Yöneylem özürlüsünden Yöneylem Şarkısı.

Sınav esnasında olanlara gelirsek; baya ters köşeye yattım. Hal böyle olunca da ben kâğıdımı bıraktım köşeye; mütemadiyen gülüyorum-ağlanacak halime- ve yanımdaki 10. senesi olan arkadaşı izliyorum. "Bari sen yap, bunu yaparsan yürür gidersin hadi" diye de veriyorum coşkuyu. Gözetmenimiz de bir şey demiyor, kendi kâğıdımla alakam olmadığı için. Kopya çekmiyor olduğum için çok da rahat oluyor bakmak. Hem kopya çekerken bi’ kopya çektiğinin kâğıdına bakarsın, bi’ kendi kâğıdına geçirirsin ya baktıklarını. Boşuna yorulmuyosun da.

Bundan sonra benim Yöneylem sınavlarına girmem yasak arkadaş. Ben 3 sınava da girsem, 8 sınava da girsem, 26 sınava da girsem birinde geçemiyorum bu dersi. O zaman girme. Hani zaten girmişim, girmemişim bişey değişmiyo kıi. Giriyorum yine kalıyorum benim içim eriyo. 20 kez kalıyorum. Hem girmeyince boşuna umut da olmuyo.

Kabul et Hasan; bir an için Yöneylem Araştırması’nı geçeceğini düşünmüştün. Evet yine kaldın, ama ilk kez bu kadar yaklaşmıştın. Bi de garip olan, en kazanmaman gereken iddaa'yı kazandın.

Gözetmen: Gülhan Pala

Yönetmen: Lale Özbakır

Figüran: Hasan diye biri.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Rekor 49

Bugün tarihe geçti. 12 Yöneylem Araştırması sınavı arasındaki en yüksek notum 34'ken, 13. sınavda bu notu geliştirerek 49 yapmayı başardım. Muhtemelen tarihteki en yükseği de bu olacak. Zirvede bırakıyorum yani.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Nerde Kalmıştık?

Şafak 30'un altına düştü. Üniversitedeki 7. senede nihayet mezun olma şafağı tabi. Mezun olup bu şehirden artık kurtulmam için kalan gün sayısı. Üniversitemizin Bahar Şenliği adındaki kandırmacası başladı bu sıralar. Adı Bahar Şenliği ama havalardan dolayı Bahar'a ve kampüsün herkese açık olmasından dolayı Şenlik'e dair bir şey görmek zor oluyor. Yeri bilmiyor olanlar için söyleyeyim; Erciyes Üniversitesi. Bizim okulun şenliği Sucuk Şenliği oluyor daha çok. Zamanında Özlem Tekin "burası sucuk kokuyo, burası dönüyo, Kayseriiiiiiiiiiğ" diye yavşak yavşak bağırmış ve tescil etmişti.

Herkese açık olan bu tip konserlerde; illa ki yanında bir yerlerde sahnedeki grupla-sanatçıyla alakasız tipler olur. Saçma sapan hareketlerde bulunurlar, şarkıyla alakasız hoplar zıplarlar. Yani bizim burdakilerde hep öyle oldu. Atletle dolaşan birbirinin omzuna çıkıp "Veğaaaaaaa seni seviyorum" diyen amcaları da gördük. Yanındaki en az kendisi kadar kro olan kız arkadaşına hava atmak için "Süleyman bak ben de aynı bunun gibi çalıyorum davulu" diyen ergenleri de gördük. Apaçi dansını ileri boyutlara taşıyan crazy dance in Kayseri türü figürleri ortaya koyanları da. Tabi bir de kızları taciz etmek için gelir böyle tipler buralara. Kızları elleyip kaçanlarla dolu oluyor ortalık.

İki Athena konserinden bahsetmek lazım şimdi. İlki 2005'te Fanta Festivalindeki. O yıl ki albümlerini yeni çıkarmışlardı ve o albümden şarkıları ilk kez o konserde dinlemiştim ve albümü alacak kadar beğenmiştim. Diğer konser ise geçen yıl sağanak yağış altındaki konserdi. Pis albümü yeni çıkmıştı bu kez. Bu kez albümü 1-2 kez dinlemiştim ve beğenmemiştim o ilk dinleyişlerde. Ama konserde yine sevdirdiler albümü. Albümün de ötesinde, yağmurun da katkısıyla belki de en keyif aldığım konserdi hayatımdaki. Donumuza kadar ıslanmıştık ve bu daha da keyifli hale getirmişti. O akşam için kendimizi 4-5 yaş daha gençmişiz gibi hissetmiştik. Ertesi gün ağrıyan yerlerimizle ulan yaşlanmışız demiştik. Yaşlandık dediğimiz de 24'tü ha.

Böyle götü başı ayrı bi yazı çıktı ortaya. Niye yazdım ben de bilmiyorum.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Anlamsız #2

2 aydır giymediğim pantolonumun cebinden çıkan 2.5 lira; beni ne kadar mutlu ettin bilemezsin.

"Bu 2.5 lira beni yaşatmaz, bari öldürsün" diyerek 1 paket sigara aldım. O 2.5 liranın üstüne arkadaştan aldığım 2 lirayı ekleyip de tabi.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Sansür Hayatım #22agustos

Devlet halk üzerindeki kontrol çemberini giderek daraltıyor. Devlet'in 22 Ağustos'ta yürürlüğe girecek yasayla istediği siteyi kapatabileceği bir döneme gireceğiz. Özellikle müstehcenlik başlığı altında bir çok siteyi keyfe göre kapatabilecekler. Bunu da baldız kelimesinin yasaklı kelimeler arasına girmiş olmasından anlayabilir, tahmin edebiliriz. Sözlükler kapatılacak, bu bloglar kapatılacak. Çok seslilikten tek tip insan modeline geçiş yaptırılacak. Yavaş yavaş kısıtlanıyoruz. Bu anlayış devam ettikçe, anlayış sahiplerini rahatsız eden kitaplar da(ki örneğini daha yeni yaşadık), filmler de sansürlere takılacaktır.

Televizyonlar internete göre çok daha fazla kullanım oranına sahip. Peki televizyonlarımızda neler var? Televizyonlardaki saçma sapan programlar(dest-i izdivaçlar, survivor, yemekteyiz, yeteneksizsiniz vb) senelerdir ısrarla yayındalar. Çok ahlaki içeriklere sahip bu programlar değil mi? Bunları niye yasaklayasınız. İnsanlar put gibi karşısına oturuyorlar televizyonun, bu saçmalıkları izliyorlar, adeta hipnotize oluyorlar, uyanık görünürken uyuyorlar. Nasıl da işinize geliyor insanların bunları izlemesi. Halkın cahil kalmasını istiyor, bilgilenmesini, okuyup araştırmasını engellemek istiyorsunuz.

İnsanlar kendileri araştırıp öğrenemesin, görmesin bazı şeyleri. Biz önlerine ne koyarsak onu izlesinler, onları görsünler, onlarla vakit geçirsinler, koyunlaşsınlar. Her isteyen istediğini yazamasın, herkes onları okuyamasın.

Bu zihniyetin şundan farkı ne peki? Biz çocukken ebeveynlerimizle birlikte film izlerken filmde öpüşme sahnesi çıktığında anne babalarımızın kanalı değiştirmesiyle ne farkı var? Bu zihniyetle devletin gözünde hepimiz birer çocuğuz. 15 yaşındaki de 45 yaşındaki de çocuk. Çocuklaştırılıyoruz. Herkesin bir ailesi var ve onlar karar verebilecek akla sahipler çocukları için neyin doğru neyin yanlış olduğunun. Herkes çocuğunu aynı şekilde yetiştirmek zorunda değil. Bana neden 2. bir denetim mekanizması getiriyorsun ki?

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Önemli #22agustos

Şimdilik bunu tıklayın ve okuyun. Akşama kendi düşüncelerimi de belirticem. Ama şu duruma genel olarak çok sinirli olduğumu ve hazmedemediğimi belirteyim şimdilik.

1 Mayıs 2011 Pazar

Puslu Bir Kış Akşamıydı

Egemen, Ersin ve ben Eskişehir'in barlarından birinde oturmuş bir yandan muhabbet ediyor, diğer yandan da etrafımızdaki kızları kesiyorduk. Kızların kendi arasındaki muhabbette bılog, bilok gibi kelimeler geçiyordu. "Basketbola da amma meraklılarmış lan" diyoruz biz de. Sonra muhabbetlerinin devamında "Pucca da bi bok yazmıyo bee ben de yazsam seviştiğimi filan ben de onun kadar popüler olurdum bi kere" diyor bir tanesi. Lan diyoruz bunların bahsettiği bılog başka bılog. "Biz de mi girsek şu işe" diye düşünüyoruz. "Olm iyi ama biz lisede kompozisyon yazamayan adamlardık tutup da yazı mı yazcaz?" diye atılıyorum ortaya. Onlar da "sen de yazı yazmazsın, şarkı filan paylaş işte bi dünya amatör, tanınmayan grup biliyosun. Öyle idare edersin. Kızlar sever öyle şeyleri" diyorlar. Lan iyi bakalım neyse diyoruz ve açıyoruz.

Demek isterdim. Böyle olmuş olsa gerçekten eğlenceli olabilirdi. Eskişehir'de bardayken bu kararı aldığımız doğru. 2009'un başlarında blog okumaya başlamıştım. Büyük çoğunluğu futbol bloglarıydı okuduklarım. Sonra biz de açalım bi blog düşüncesi hakim olmuştu. Eskişehir'de üçümüz bir araya gelince de netleştirmiştik bunu. Önce Egemen, sonra Ersin bıraktı yazmayı. Buralar da bana kaldı işte.

Haa bi de şunun 7.23'den sonrasını izleyin derim.


Birimiz bir bok yedik ama kim?

Eskiden rahmetli dedem anlatirdi. Buraları bambaşkaymış. Bir yeşilki bildiğin gibi değil. Çok cömertmişsin. Hayvanlar yemekten çatlarmış. Her taraf ekin aha bu boy. İyi ama ne oldu da değiştin. Birimiz bir bok yedik ama kim. Ben günahı boynuna babodan şüpheleniyim. Yoksa garezin bana mı? Niçin hiçbişey eskisi gibi değil. Gurban olduğum ver şu rahmeti. Muhtaç etme beni şıh pezevengine. Ben el mel öpmem, çok ağrıma gidiyor yahu. Nolur ver şu yağmuru. Ver yoksa durum kötüdür sidik zoruyla idare ediyorum bilmiş ol.

memento mori'ye saygılarımla. Sıçmak da yassak mı gurban?

28 Nisan 2011 Perşembe

Bahane Bunlar


- Hayrola saçın başın dağınık..
+ Dün gece arkadaşlarda kaldım da.
- Ooo keyif yaptınız demek?
+ Yok keyiften değil, elektrik faturasını ödeyemediğimiz için elektrikleri kestiler de.
- Sorumsuzsunuz, sorumsuz.
+ Yok sorumsuzluktan değil, parasızlıktan.
- O zaman çalışmıyorsunuz, gerekli parayı kazanmıyorsunuz.
+ Yok çalışmamaktan değil, gelir azlığından..

"Hayrola saçın başın dağınık?" sorusuna "sabah evden çıkarken aynaya hiç bakmadım, farkında bile değilim" deseydim bu diyalog hiç gerçekleşmeyecekti.

Tamam itiraf edeyim, bu diyalog aslında gerçekleşmedi. Sabah asansörün aynasında kendimi görünce kurduğum diyaloglardı bunlar. "Hayrola saçın başın dağınık" diyerek başlattığım ve soru cevap şeklinde devam ettirdiğim. Daha da devam ettirebilirdim de özdeyişten çok da uzaklaşmayayım dedim.

Sonuç olarak; "Bahane göt gibidir, herkeste en az bir tane bulunur."

Ha evet deliriy..

25 Nisan 2011 Pazartesi

En'den Öte En'den Ziyade

Bir kaç "en" var dediler geldim.

En sevdiğiniz 3 Görsel:
1. Akşam üstü gökyüzünün hali, bulutların kızarması
2. Ağaçarın arasında hafif virajlı bir yol
3. Devlet Bahçeli'nin bağırıp çağırdıktan sonraki yarım saniyelik gülümsemesi ve sonra hemen toparlaması.

En sevdiniz 3 Tat:
1. Fındık
2. Fıstık
3. Oooof


En sevdiniz 3 Ses:
1. Tulum sesi
2. Milli takım gol attığında detone olan spiker sesi
3. Çok yüksek olmayan su akıntısı sesi(dere sesi de diyorlar)

En sevdiğiniz 3 Koku:
1. Trabzonda köydeki evin yüz metre aşağısında bi çeşme var o çeşmenin oradaki koku; dünyanın başka hiçbir yerinde yok o koku, 15 yıl önce de, 10 yıl önce de 1 yıl önce de gittiğimde vardı ve hep olacak. Ben her gittiğimde o kokuyu alıp 15 yıl önce ayağında kara lastiklerle elinde güğümle oradan su almaya giden küçük saf çocuğu hatırlayacağım.
2. 404 uhu kokusu. İlkokulda az çekmedik.
3. Bazı yemeklerin kokuları. Şimdi hangileri olduğuna kafa yoramadım. Zaten uzun zamandır makarna ve patates kokusundan başka koku alamıyorum. Öğrenciyiz ulan.

En sevdiğiniz 3 His:
1. Sağanak yağmur altında yürümek. Tabi mevsim bahaaaar oluncaaaaağ, aşk gönüle doluncaaaaaaaağ. Yok yok şöyle Mayıs'tan sonraki sağanak yağmurda yürümek gibisi yok. Yine aynı şekilde halı saha maçında alnım filan terliyken yağmur çiselemesi. Yağmurla terin birbirine karışması. Ooo yeee.
2. Sevmediğim şeyleri son kez yapmış olmanın verdiği rahatlık. Misal geçen hafta son vizeye girdim üniversite hayatımdaki. 70 kilodan 7 kiloya düşmüş gibiydim o gün.
3. Bazı maddeleri boş bırakmak. Bunu boş bıraktım sayın.

A'normal'e saygılarımla.

Çok Karışık

Öyle karışık ki. Haluk Bilginer'in "Uzun hikaye karışık" demesi gibi. Ekran başındayım ama sadece bakıyorum. Ne görüyorum, ne anlayabiliyorum. Uyuşmuşum resmen. Peşpeşe olan şeyler var Cuma'dan bu yana. Umut kıran, lanet ettiren, can sıkan. 2-3 gündür güneş yüzü görmemiş olmamın; yaşadığım şehrin Londra'ya bağlamış olmasıyla alakası yok. Saçma sapan bir hayat tarzının getirisi.

İnsanların arasındaki ilişkiler çok karışık. Aşk-ı Memnu dizisindekinden bile çok daha karışık. Ne çizimler yapıldı, ne algoritmalar geliştirildi o karışıklığı çözmek için bile. Ya gerçekte nasıl? Nasıl çözülür? Öyle karışık ki "kördüğüm" kelimesi yetersiz kalıyor karışıklığı anlatmaya.

Yaklaşık 1.5 yıl aradan sonra ilk kez kitap okumak için oturmam ve bir oturuşta 1 küsür saat kitap okumamın gözlerimi rahatsız etmesi. Göz hamlaması diye bir şey de varmış. Bunu farketmiş olmam. Beynim uyuşmuş halde farkındayım.

Şu küçücük odam kadar dünyam var bir kaç gündür işte. Uzaklaşabilmem lazım, çıkıp dolaşayım diyorum da, ona da üşeniyorum. Odaya da sığamıyorum artık. Uyuşturucu almış kadar uyuşmuş bir bünye haline getirmişim beynimi, bedenimi ve ruhumu.

Bazen bazı şeylerin nasıl geliştiğini anlayamıyoruz, farkında olamıyoruz değil mi? Mantıksız geliyor ilk başlarda, "olmaz olamaz" diyoruz. Ama inkar ederken bakıyoruz ki olmuş bile. "Hiç öyle biri değilim ki ben" derken tam ters köşeye yatırılıyoruz. Hayat işte nerelerden geleceği, vuracağı belli olmuyor. O yüzden yaşamak hala bu kadar merak uyandırıcı ve cezbedici halde ya. Ne kadar bıkmış olsak da bazen hayattan, hep umulmadık zamanlarda ummadığımız şeyleri çıkarıyor önümüze. Bazen anlamamazlıktan, görmezlikten geliyoruz. Bazen hep şakaya alıyoruz, ciddiyeti tamamen elden bırakıyoruz. Neyin şaka neyin gerçek olduğunu ayırt edemeyecek duruma geliyoruz. Olan, söylenen herşey birbirine karışıyor. Şakaymış gibi görünürken ciddi, ciddiymiş gibi görünürken şaka olabiliyor bazı şeyler. Ama biz ayırt edemiyoruz. "Biz ciddi konuşamıyoruz ki hiç" diye diye geyik yapıyoruz. Nasıl olur da anlayabiliriz neyin ciddi olduğunu bu saatten sonra. Belki bazen işimize geldiği gibi anlamak istiyoruz. Ciddi olanı şaka, şaka olanı ciddi olarak alıyoruz. Şakayı ciddi anlaşılsın, ciddiyi şaka anlaşılsın diye söylüyoruz.

Şakalar yapıyor hayat.

Tüm bu karmaşıklıkların arasında netleşiyor bir süre sonra bazı şeyler. Şaşırtıcı değil aslında. Hayat artık çok fazla şaşırtamıyor. Olanların ardından diyecek çok fazla şey de bulamıyorum. Hak da veriyorum. Nasıl olur ki diyemiyorum. Oluyor işte "nasıl"ı önemli mi? Hiç önemli değil. Oluyor.

Söylemiş olmak iyi, daha geç söylemektense daha erken söylemek iyi, içinde tek başına büyütmektense; dışarıya salmak ve büyüyecekse büyümesi gerektiği şekilde ve koşullarda büyümesi ya da büyümeyecekse hiç büyümemesi de daha iyi. Söylemek bunlardan birini sağlayacağı için gerçekten de iyi. Rahatlamak da iyi.

Bundan sonrası için "muhtemel iyi bir karar" olarak nitelendirdiğin karar ise iyilerin arasındaki kötü. İyi olmayan tek şey belki de. Hele hele iyi olanı yapıp söyledikten sonra; karşılığında alacağın tepkiyi görmeden, hiç bir tepki almayı bile beklemeden bu karara varmak ve bunu "muhtemel iyi bir karar" olarak nitelemek hiç iyi değil.

Okuyorum okuyorum, defalarca okuyorum bir anlam çıkarmaya çalışıyorum. Bir anlam çıkmamalı belki de. Çok karışık. Öyle karışık ki. İyilerden sonra gelen kötüyle karmakarışık.

Biz anlaşmak için konuşmuyoruz ki.

20 Nisan 2011 Çarşamba

Ekşi Sözlüğü Hiç Böyle Görmediniz - Paradoks

19 Nisan Salı günü, saat sabahın 6'sı. Aslında 6'ya 1 var. Ekşi sözlükteki bir başlığa tıklıyorum. Ve yukarıdaki ekran görüntüsüyle karşı karşıya kalıyorum. Taner'in(ev arkadaşım) yanına gidiyorum. "Tam da dizi izliyodum ya" diye isyan ediyor. Salona geçip oturuyoruz. Biriken faturalar, aidatlar ve şükür ki birikmemiş kiraya toplamda ödememiz gereken miktar 900 liraya ulaşmış. Taner; "Ev geçindirmek ne kadar zor lan, 3 kişi geçindiremiyoruz" diyor. Ben de "ee olm çalışmıyoruz bişey yapmıyoruz normal" diyorum.

Ben haftasonu iddaa'dan 200 lira kazanmıştım. Baya da sevinmiştim, tam param bitmek üzereyken can simidi gibi gelmişti. Pazartesi günü faturaları, aidatları ve kirayı toplayıp hesapladığımızda ödemem gereken miktarı görünce ve yine 5 kuruşsuz kalınca erken sevinç yaşadığımı anladım. Uzatmalarda gol atıp tam turu geçtik diye düşünen; 1 dakika sonrasında Semih'in golüyle dağılan Hırvatistan Milli Takım futbolcusu gibi hissettim kendimi. Üstelik bu kez son bir şans olan penaltı atışları yok.

O sabahın öncesi olan akşamda saat 8'de yemiştim yemeği en son. Makarnaydı tabi ne yicez. Sonrasında bir de karnıbahar pişirilmiş evde. Öğrenci evinde kim karnıbahar pişirir lan der gibi olduysanız durun. Arkadaşın kız arkadaşı bizdeydi, o yapmış. Neyse.. Önder getiriyor "ye" diyor "çok güzel olmuş". Israr da ediyor baya. "Yok olm ben ön yargılıyım o yemeğe" diyorum. Karnıbahar diye yemek adı mı olur lan?

O yemediğim karnıbahar; sabahın 6'sında salonda Taner'le otururken golünü atıyor bana. Karnım bir gurulduyor ama, ne guruldama. Gök gürlemesi sanki. "Açlıktan ölcem lan" diyorum. Film burda kopuyor, Taner'le gülme krizine giriyoruz. Karnımız kasılıyor, ağrılar giriyor ve biz hala gülüyoruz. Tam duracak gibiyken yeniden gurulduyor karnım. Sonra tekrar gülüyoruz dakikalarca. Durduramıyoruz kendimizi, konuşamıyoruz da. "Karnım ağrıdı lan" dicez, "karnım ağ.." diyoruz kahkahaların arasında yutuyoruz cümleyi. Sonra bir anda duruluyoruz. Bir süre sessizlik, çıt yok ikimizde de. "Bundan daha fazlası olamaz heralde" diyor Taner güldüğümüz anlar için. Yeter bu kadar düşüncesiyle, yatmak için odalarımıza geçiyoruz. Ağlamamız gereken halimize çatlayana kadar güldükten sonra, belki de ikimiz de odalarımızda yalnız kalınca
AĞLIYORUZ
.

18 Nisan 2011 Pazartesi

Vizelerin Finali

Çarşamba günü üniversite hayatımdaki son vize sınavına gireceğimi umut ediyorum. Gerçi söz konusu ben olunca işlerin ne olacağı belli olmaz. Okulu bitirme ihtimalimin %50 olduğunu düşünüyorum. Nasıl hesapladın diyenlere geçmişimi sunmaya hazırım.

Vizelerin finalini "Yöneylem Araştırması 2" adlı güzide dersimizle yapıyorum. Finalin adına yakışır bir maç olacak yani. Finallerin finalinde, düşler sahnesinde görüşmek üzere.

Ekleme: Sonradan hatırladım da; 8. yıla uzarsa okul, vizeye istesem de giremiyorum. Yani bu son vize. Vay be ne anılarımız olmuştu seninle vize. Değerli vize. Hassssiktir lan ordan, değerine sıçtığım.

Ha bi de yoruma yazdım ama buraya da ekliyim şu yukardakileri eklemişken; İngiltere'ye vize almaya çalışsaydım Yöneylem'i geçmeye çalıştığım kadar(yani aslında derse çalışmıyorum ama geçmeye çalışıyorum; öyle bir paradoks), çoktan İngiliz vatandaşlığına hak kazanmış olurdum.

Şu an ki ruh halimi anlatan şarkı ise;


Mia Wallace'a saygılarımla.

14 Nisan 2011 Perşembe

Masumiyet

İzledikten sonra insanı kendini sorgulamaya da iten film. "Filmdeki karakterler gibi sevip, onların yaşadığı hayatı yaşamak ister miyim?, elimdeki tek hayatı böyle harcama ihtimalim olduğunu bile bile gider miyim sonuna kadar? aşk'a hayatımı kurban eder miyim?" diye sordurtur. Benim cevabım "evet harcarım". Çünkü inandığım, istediğim, arzuladığım bir şey için harcayacağımdır hayatımı. İnanmadığım ve istemediğim bir şeyin peşinde gideceksem zaten, niye yaşıyorum ki?

Herşeyin masumiyetini gösterir. İnandığın şey uğruna yapacağın her şeyin, yapan kişi adına kendince masum olduğunu hissettirir.

Haluk Bilginer'in kır sahnesini çok kez izlemiştim ama filmin tamamını bu gece izleyebildim. Filmden sonra Haluk Bilginer'in o malum sahnesini tekrar tekrar izledim az önce. O sahneyi her açışımda ben de yaktım bir sigara.

"o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte." derken Haluk Bilginer ben de sigarayı söndürdüm.

Bir kez daha, bir kez daha;



Şimdilik bekliyorum.

7 Nisan 2011 Perşembe

Memurluk Hayatına Hazırlanma Sınavı


Yazılı sınavdaki şifreleri çözen(daha önceden bilen) adaylar arasında mülakatla memur alımı yapılacaktır. Mülakatlar 1 hafta boyunca; ev ve iş yerinde memurluğa başlanmış gibi yapılacaktır.

Adayların sahip olması gereken özellikler şunlardır:
* Solitaire oynama becerisi. (Olmazsa olmaz)

* Düzenli yatma ve kalkma saati becerisi.

* Sistemde sorun var diye vatandaşı bekletme becerisi.

* İki parmak klavye kullanabilme becerisi. (Tercihen orta parmaklar)

* Vatandaşı imzadan imzaya koşturabilme; bunu somurtarak ve anlaşılmayacak kadar hızlı söyleyebilme becerisi.

Sınav sonuçları bu kriterlere ve bir cemaate mensup olma özelliklerine göre değerlendirilecektir.

31 Mart 2011 Perşembe

Çok Saçma

Son 10 günde bitirme ve bir diğer projeyle uğraşırken haliyle bitirmeyi aldığım hocayla da neredeyse her gün görüşür olduk. Bu sık görüşme trafiği sonucu hocanın da içinde olduğu saçma bir rüya görmek kaçınılmaz oldu. 4 gündür sabah 9 civarında hoca tarafından aranılarak uyandırıldığımı da belirteyim.

Geçelim rüyaya; dönemin sonuna gelmişiz, tüm dersleri geçmişim. Hatta almadığım dersleri de geçmişim. 3-4 tane hiç bilmediğim fazladan dersler var geçmiş olduğum. Yöneylem'i bile geçmişim bi de. Tövbe estağfurullah, kıyamet alameti. Bunu da bize dağıtılan karnelerden anlıyorum. Nasıl bir saçma rüyaysa karne filan aldık işte. Bizim bölümde olmayan Önder'e de bizim bölüm tarafından veriliyordu karnesi.

Rüyanın devamında bitirmeyi aldığım hocayla beraber otururken Önder yine rüyanın içinde; rüyanın ilerleyen kısmında hocanın diyeceklerine binaen anlık kahkahasını atmak üzere. Bitirme projesinde fabrikalarda yaptığımız çalışmalardan dolayı hoca övüyor beni. Bu da kıyamet alameti II. Önder'in güldüğü yer burası değil. Beni överken şöyle de bir cümle kuruyor ki ben de içimden kahkaha atıyorum. "Hasan'ın çok katkıları oldu, hatta Hasan'ın hep söylediği bir şey var" diyor ve benim özdeyiş gibi kullandığımı söylüyor şimdi hatırlamadığım İngilizce bir cümleyi. Rüyada içimden güldüğüm bu kısma, rüya esnasında sesli gülmüş olabilirim. Keşke uyurken yanımda uyanık birileri olsaydı.

Bu saçma rüya bu hale gelmişken telefon çalıyor ve arayan tabi ki yine hoca.

27 Mart 2011 Pazar

Yasağınızı Mickey Mouse

Yasağınızı bilmem ne yapayım diyesim geliyor artık. Bilmem ne yapayım kısmına onlarca küfür yazabilirim. Ve erişim engelli olan burada hiç de abes kaçmaz. Aşağıda yazdığım türden bir şey olsa, gündem olsak filan. İlla böyle şeyler mi yapmamız lazım hakkımızı alabilmek için. Çok sıkıldım artık saçmalıklardan. Vallahi çok sıkıldım.

Burada yüzlerce link verebilirim blogger haricinde ligtv yayını yapılan sitelere ait.

Ya da nasılsa engellenmiş ya burası. Engellenmiş olmasına layık porno yayınlar mı yayınlayayım.

Ya da bu yasakta rolü olan herkese ana avrat söveyim mi. İsim vererek. Nasılsa yasaklı site. Yasakladığınız için göremezsiniz değil mi. O yüzden sayıp sövsem ayıp olmaz değil mi?

Böyle bir bildiride, harekette mi bulunmak lazım illa ki. Yasağın ilk çıktığı gün taslaklara kaydetmiştim. Bunu yapsak işe yarar mıydı.

----------------------------
Tek isteğim suçu olmayan insanlara özgürlük. Bir mahkumun açlık grevine girmesinden farksız bu, açlık grevi. Bizler bu saçma sapan yasaklarla dışarda yaşayan mahkumlara dönüştürülüyoruz.

Bir insanın hayatı mı? Yoksa o saçma sapan yasaklar, kısıtlamalar mı? Bu sınavdaki seçiminiz hangisi? Doğru olanı yapmaya yeltenebilecek misiniz?

Yasa değişikliği istiyorum sadece. Çok mu fazla şey istiyorum ki? Bu şekilde anlamsız yasakları engelleyecek bir yasa değişikliği istiyorum. Bizim buralarda birşeyler yazmamızı engelleyecek yasalar değil.

Sizler bir insanın, hepimizin özgürlüğünü kazanabilmek adına canını ortaya koymasına değer misiniz?

Bloguma dokunma adlı bir facebook sayfası açılmış. Yarın bir gün facebook da engellenir. Kökünden çözüm aramadıkça, özgürlüğün elinden alınmasını da engelleyemezsin.

Bu bir sınav Türkiye için.

Bu bir mücadele "Özgürlük" için.

Sen bu mücadelede neredesin?
----------------------------

17 Mart 2011 Perşembe

Macera Dolu Organize

Dün Organize Sanayi'deki bir fabrikaya gidiş ve dönüşteki paha biçilemez maceram. Yaptığımız proje kapsamında fabrikayı video'ya çekmem gerekiyordu ve bunun için gittim.

Macera şöyle başladı. Bölümün kamerasına şu küçük DVD'lerden almam gerekiyordu ve benim cebimde sadece 10 lira vardı. 10 liranın 2 lirasıyla organizeye kadar gitmemi sağlayacak otobüs bileti aldım. Kaldı mı 8?(Dohuz kalsa çok iyi olcaktı) Kalan 8 lira da DVD almama yeter diye düşündüm. "Küçük DVD ya ne kadar olacak ki fiyatı? En fazla 5 liradır" dedim. Değilmiş, 10 lira olan DVD'yi, "ya 8 liram var, sonra bıraksam" diyerek aldım fotoğrafçıdan.

Fabrikaya gittim çekime başladım. O 10 liralık DVD 30 dakikalık çekim yapıyormuş. Oyalana oyalana video'yu çekmeme rağmen saat 2'de bitti işim. Fabrika'nın çıkış saati 6'ydı. "4 saat burda kim beklicek amaaaaaaaaan üüfffffff" diyip cebimde 5 kuruşsuz bir şekilde çıktım fabrikadan. Tabi biletim de yok hiç. Eve ulaşmam için de 3 araç değiştirmem gerekiyor. Şöyle ki;

Otobüs > Tramvay > Otobüs

3 aşamadan oluşan macera başlamış oldu bu şekilde.

Step 1: Fabrikadan Tramvay'a gitmek;

Fabrika'dan çıktım ve otobüs durağının oraya gittim. Otostopla kendimi tramvaya götürme hayallerim var. Ben durakta beklerken bi' adam geldi. Biraz konuştuk filan. Otobüsün geçip geçmediğini sordu. "1-2 dk önce geçti bi tane" dedim. Adam da sormadı "sen niye binmedin?" diye. Ben de diyemedim haliyle "abi böyle böyle". Neyse adamla konuşurken otobüs geldi. Adam binerken "hadi abi iyi günler" dedim.

Adam otobüsle giderken ben yürümeye başladım. Otostop çekmek de bana garip ve komik gelen bi' olay. Kaldırıyorum elimi bomboş arabalar geçiyor bir çoğu ben orada yokmuşum gibi, beni görmezden gelerek geçiyor. 2 tanesi de benim Necmettin Erbakan misali baş parmağımı göstermeme karşılık(otostopçular bilir) el sallama selamı verdi. Ulan sanki selam veriyorum ben sana. Bi' de gelmiş el ediyosun bana zırto. Tam insanlığın öldüğüne inanmaya başlamışken 1990 model bir Kartal durdu. Zaten ne varsa eski ve yerli araba sahiplerinde var. Tramvaya kadar bıraktı beni sağolsun.

Ben de bu süreçte 1 liranın değerini anladım. 1 liram olsa bunlar olmayacaktı. Gerçi 5 kuruşun bile değerini anlamış adamım ben vakti zamanında. Cebimde 45 kuruş varken 50 kuruşluk tuvalete giremediğimde "5 kuruş sen ne büyük bir parasın" demiştim.

Tramvay'dan sonrası için düşüncelerim Meçhul Şarkıcı - Garibim.

Bu ilk aşamanın başında Funda'ya da durumu mesajla bildirdim ve kendisi "Tramvay'dan inmeyi başar, ben sana destek çıkarım" dedi sağolsun.

Step 2: Tramvayla Meydan'a gelmek;

Tramvay'ın oraya geldikten sonra, yerlere bakıyorum birileri 1 lira düşürmüş müdür acaba diye. Yok nerde. Bekledim bi' 5-10 dakika. Tanıdık kimsenin geleceği filan yok. Zaten Organize Sanayi'de kimi görcem tanıdık. Cebimdeki çakmağa karşılık 1 bilet istiyim diye düşündüm önce. Sonra "ayıp olur lan" dedim. Gidip söyliyim adam gibi. Az önce Kartal'ı olan abi insanlığın ölmediğini kanıtladı hem.

- Abi sabah olan bi aksilikten dolayı hiç param kalmadı. Biletim de yok. 1 binişlik bilet alabilir miyim? Sonra öderim gelince.
- Tamam olur tabi. Ne aksiliği oldu sabah?
- Ya abi hiç sorma. Kameraya CD aldım sabah. Ben ucuz bişey sanıyodum. Ufacık CD 10 liraymış ya.

Bu diyalogtan sonra Tramvay'a biniş aşamasını da başarıyla hallettim ve meydan'a ulaştım. Meydan'dan sonrası Funda'nın da sayesinde kolaydı zaten. Funda'ya daha detaylı şekilde anlattım olanları. Zaten bu süreçte baya bi gülmüştüm. Anlattım yine güldük.

Step 3: Meydan'dan eve gitmek;

Funda'nın sayesinde bu aşama en kolay olanıydı. Otobüste malak(salak) gibi güle güle eve geldim. Bitti. Özel teşekkürler Funda'ya.

15 Mart 2011 Salı

Otomasyon'a Bağlamış Öğretim Görevlileri

Bir dersimiz var "Endüstriyel Otomasyon" adında. Bölümümüz dışından bir hoca geliyor derse.

Geçen haftaki derste çok uykusuzdum. Gece Ankara'dan gelmiştim ve yolda uyuyamıyorum malum. Sabah Kayseri'ye geldiğimde evde uyumak yerine derse gitmeyi tercih ettim. Hata etmişim.

Dersi slaytı açıp okuyarak işleyen hocamız ve benim uykusuzluğum birleşince kafamı daha fazla tutamadım ve sıranın önüne koydum. Sınıfta çıt çıkmasına, bir öğrencinin yanındaki öğrenci arkadaşına "a" demesine bile karışan bu hocamız; "uyuyan arkadaşlar çıkabilirler, imzalarını da atmışlardır" dedi. Değeceğini bilsem, uykusuzluğumdan dolayı üşenmesem, kendisine şu cümleyi kuracaktım:

- Size şu an cevap verebildiğime göre uyumuyorum. Siz dersinizi işlemeye, yani slaytlarınızı okumaya devam edebilirsiniz! Çıkmamı gerektirecek bir durum yok.

Hiç birşey demeden çıktık arkadaşla sınıftan.

Aynı hocanın bu haftaki dersindeki gariplikler ise şöyleydi.

Şunu da söyleyeyim. Dersi işleyiş şekli ve işlediği konular bölümümüzle çok alakasız. Geçen yıl Elektronik Mühendisliği kökenli hoca geliyordu, elektronikle alakalı çok fazla şey anlatıyordu. Bu hocamız ise Makine Mühendisliği kökenli ve sistemlerdeki mekanikle tüm yılı bitirecek gibi.

Her hafta slaytlarının yanında 100 küsür sayfalık pdf dosyaları da getiriyor ve bizlere de veriyor bunları. Sonraki hafta o verdiği pdf'lerdeki şeylerden soruyor ara sıra okurken slaytlarını. Kimseden ses çıkmayınca da "Niye okumuyosunuz onları. Okumayacaksanız boşuna uğraşmıyım ben onları bulmak için" diyerek triplere giriyor.

Sınıfta biri hapşırınca söylediği de şu oldu: "Üşüyorsanız, pencereyi kapatabilirsiniz." Hadi canım? Ulan o hapşıran çocuk ben olcaktım ki. "İzin verdiğiniz için teşekkür ederim" diyecektim bi' de.

Bu yazdıklarımı kelimesi kelimesine söyledi. Ben derste not tutmak yerine bunları tutuyorum işte. Valla imkan olsa da bir kez şu derse girebilseniz.

Bir şey daha oldu da derste. Onu da yazmıyım artık. Uzun olacak iyice. Yorumlarda yazarım belki.

Bu hocamız daha genç. 1-2 yıl önce Araştırma Görevlisiymiş sanırım. Ama bu genç yaşına rağmen "Şuster'in deyimiyle" 60'ların futbolunu oynuyor hala.

Şimdi gelelim ana fikre. Neden benim okulumda bir tane bile orjinal hoca yok? Neden en yaşlısından, en gencine hepsi aynı? Neden hepsi böyle gelmiş böyle gider'in figüranlarını oynuyor? Neden hepsi otomatiğe bağlamışlar? Çok iyi bir sistemmiş gibi her biri sistemin içine sıradan bir şekilde neden dahil oluyorlar? Benim bile aklıma daha faydalı olması adına; ders işleme ve sınavlardaki soru sorma tarzına yönelik çok değişik fikirler gelirken, neden her gelen aynı eskilerden gördüğü şekilde devam ediyorlar? Sürekli aynı şeyleri yapmaktansa, yeni şeyler için düşünmek, yeni şeyler denemek çok daha keyif ve haz verici değil mi? Her yıl aynı şeyleri yapmaktan hiç mi sıkılmıyorsunuz sayın hocalarım?

Bu anlattıklarımdan bağımsız olarak; Üniversitelerdeki bazı "Öğretim Görevlilerinde" IQ seviyesi yerlerde. Ben arada bir bunu görüyorum.