Okumadan Geçme

Facebook

çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
çocukluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2011 Çarşamba

Çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta.


Geçmişe duyduğum özlemin ufak bir parçası bu. Geçmişi, geçmişte yaşadıklarımızı bu kadar çok özlememiz normal mi? Çocukluktan başlıyor geçmişe olan özlemimiz ve belki de düne kadar sürüyor.

Sadece ben değilim geçmişi özleyen tabi. Bir başka blogta 4-5 yıl önceki MSN muhabbetlerini, MSN'deki yarısını tanımadığın 10 küsür kişilik toplu konuşmaları özlediğini yazan birini görüyorum.
15 yıllık arkadaşım askerliği özlediğini söylüyor bana. "Çok rahattım oradayken, şimdi yine orada asker olmak isterdim" diyor. Ne olursa olsun askerlik hani, o kadar gün sayılan, bitsin diye beklenen, gitmemek için çoğu kişinin 40 takla attığı askerlik.
Ben geçen sene Önder'le birlikte fabrikada gece vardiyasında çalıştığımız zamanları özlüyorum. Hem Önder'le çok güzel vakit geçiriyorduk o zamanlar, hem de seninle bol bol konuşuyorduk. Çok az uyuyarak günde 12 saat, 15-20 km yürüdüğüm o işi de özlüyorum bu yüzden işte.
Geçen yaz sabah 8'den gece 2-3'lere kadar amelelik yaptığım işi bile özlediğim oluyor, çalışanlarına hayvan kadar değer vermeyen bir iş yeri olmasına ve o zamanlarda lügatıma yeni küfürler katarak sövmeme rağmen.
Daha 5 ay önce kaldığım ve 3 ders sınavıyla geçtiğim yöneylemden kalmayı özledim ben ya. Her sınava çok ufak da olsa bi umutla girip, sınav çıkışı şarkıları yöneylem'e uyarlamayı özledim. Hep kalmak kanun mu yöneylem kitabındaaa? Çok aptalca gelebilir ama, öğrenciliğe dair onu bile özleyebiliyorum bazen işte. Dersten defalarca kalıp, her defasında sinirlenmeyi bile, "güzeldi onlar bile be" diye anımsıyorum.

Geçmişte kalan çoğu şeyi özlüyoruz işte. Kötü anıların olduğu şeyler bile olsa. Geçmişe olan özlem. Çok mu nankörüz acaba? Bilemiyor muyuz hiç yaşadığımız anın kıymetini, hep geçmişte arıyoruz güzellikleri? Geçmişe duyduğumuz özlemden günü kaçırmak mı, yaşadığımız anların değerini bilememek mi, ya da bilmek ama yine de geçmişi özlemek mi. Karışık biraz. Şu anda olduğu gibi. Çoğu insan geleceğine odaklanırken, geleceği ile ilgili planlar yaparken, hayaller kurarken, ben bırakın yaşadığım anın tadını çıkarmayı, geçmişte yaşadıklarımı özlüyorum mütemadiyen. Yaşadığım anın tadını çıkarmak demişken; hayattan gram zevk almıyorum çoğu zaman.

Bazı anların geçmesi için saatleri, dakikaları sayıyoruz, üzerinden 1-2 yıl geçtikten sonra "ne çabuk geçti bu kadar zaman" diye iç çekip o çabucak geçmesi istenen saatleri, dakikaları bile özlüyoruz. Çünkü aslında o hızlı geçmesini istediğimiz, o zamanın şartlarına göre "kötü" olarak nitelediğimiz zamanlarda bile güzellikler mevcut. Bu güzellikleri geçmişte bulmak çok kolayken, yaşadığımız anda neden bulamıyoruz?

Bu yaz boyunca boş gezenin boş kalfası olarak takıldım 20 günlük staj haricinde. Hala da öyle takılıyorum o ayrı dava. Mahallenin ufak çocuklarını her gün top oynarken görüyordum. Bi'gün izleyeyim çocukları diye gittim kenarda oturdum. Sonra hergün onları izlerken buldum kendimi. Aslında izlediğim onlar değil, kendi çocukluğumdu. Aralarındaki her çocuğu benim çocukluğumdaki arkadaşlarımla özdeşleştirdim.

Bu yazıyı yazmadan önce markete gittim. Dönerken bizim mahalledeki çocuklardan birini gördüm, benden 4-5 yaş küçük. Top oynardık eskiden mahallede ya, o da mahallenin ufaklıkları arasındaydı, bizimle beraber oynardı işte. "Efsanesin sen" der dururdu bana, sebebini bilmediğim bir şekilde. Tanısanız ya da bir yerde bir kaç dakika görseniz çocuğu "hafif kafası kırık" olarak nitelersiniz. "Hasan abi naber" dedi yanından geçerken, "iyi senden naber" derken kısık bir sesle, sesimi duyamayacak kadar uzağıma düşmüştü. Adını da hatırlayamadım çocuğun, görmeyeli çok zaman olmuştu. O'nun bana dair hatırladığı tek şey adım değilmiş. Geçiştikten sonra yine "efsane bee, efsane Hasan abi" dedi.

Dedim ya; çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta. Çünkü o karpuzu babam dilimleyip veriyordu bana. Benim gibi olan insanlar da eminim ki özlüyor geçmişte bıraktıklarını. Ama en çok da çocukluğunu.

Artık ne pikniğe gider olduk, ne de babam karpuz dilimliyor. Bir arada olmanın değerini bilmek lazım. Geride kalanlarla yaşamanın da değerini bilmek lazım tabi. Ben bunu başaramıyorum hala.

3 Şubat 2011 Perşembe

Günümüz Hormonu

Bugün menemen yaparken, domatesleri soyuyorum, dilimliyorum. Önce soydum; dışının rengi kırmızıyla beyazın karıştırılmışı gibi. Kesip dilimliyorum, susuz, tatsız. Hormonlu yani. Kış mevsiminde hormonsuzunu bulmak da zor oluyor tabi. Susuz, renksiz, tatsız hormonlu domates.

Sonra bu hormona takınca kafayı aklıma geldi.

Peki günümüzün hormonu ne? Bence internet. İnternetin hormon etkisi nerde peki? İnternet sayesinde artık herkes her istediği bilgiye kolayca ulaşabiliyor malum. Yaşı 13-15 olan çocuklar, eskiden 20 küsür yaşlardakilerin sahip olduğu bilgilere sahip olabiliyorlar. Mesela eskiden ulaşılması zor olan şeylere ulaşmak artık çok kolay. Benim küçüklüğümde de internet bu kadar yaygın olmuş olsaydı, belki ben Kazım Koyuncu'yla çok daha erken tanışacaktım. Radyoda arada bir denk gelip de kim bunu söyleyen diye düşünüp durmayacaktım 2 sene boyunca.

İnternet; daha küçük yaşlarda olanların zihinsel olarak daha hızlı olgunlaşmalarını, gelişmelerini sağlayabiliyor yani bir nevi. Gördüğüm örnekleri mevcut; yazdıklarını, düşüncelerini gördüğüm kişilerin yaşlarını öğrendiğimde şaşırdığım çok oldu. Tabi tam tersi etki yaptığı da oluyor. 20 küsür yaşında adamların ergen vari davranışlarda bulunduklarını da görmüyor değiliz Ekşi Sözlük, Facebook gibi ortamlarda.
Eğer hormonlu domatesler yetiştirilmeseydi, ben bugün o menemeni yapamayacaktım ve yiyemeyecektim dolayısıyla. Eğer internet olmamış olsaydı ben bu yazıyı yazmayacaktım, siz bu yazıyı okumayacaktınız. Sanal yıldızlar olamayacaktı hayatımızda. Youtube'da bir video ile ünlenenler olamayacaktı vs vs.

Bu durumun şöyle de bir sonucu var: İnternet sayesinde bazı şeylerle erken yaşlarda karşılaşan insanlar, bazı hisleri, olması gerekenden daha erken yaşta tadıyorlar. Bu da keşfedilecek şeyleri bir yandan hızlandırırken, diğer yandan azaltıyor. Yaş ilerledikçe memnuniyetsizlik durumu çıkıyor ortaya. Daha 20'li yaşlara gelmemiş olan insanlar her şeyden memnuniyetsiz hale geliyor, ergenlik bunalımlarından bağımsız. Halbuki hayatın her döneminde keşfedilecek, öğrenilecek o kadar çok şey var ki.

Bu biraz da şunun gibi: Ufakken mahallede dönem dönem popüler olan oyunlar olurdu. Bazen günde 4-5 maç yapardık 1-2 ay boyunca. Sonra bi anda taso çılgınlığı başlardı 2-3 ay sadece onunla geçerdi günler. Sonra mile oyunu gelir tasoyu yerinden ederdi. Derken boncuk tabancalarıyla "Kurtlar Vadisi" ruhunu yaşardık, Kurtlar Vadisi'nden habersiz. Sonra filmi başa sarar yeniden futbola dönerdik. Bu döngü hep böyle devam ederdi. Bizim çocukluğumuz hep sokakta geçmişti. Ateri oynardık arada bir annemiz izin verdiğince evde. Ama sokaktan vazgeçmezdik hiç. Şimdiki çocuklar gibi evde bilgisayar başında oyun oynayarak, internette takılarak geçirmedik ya çocukluğumuzu biz. Çocukken her duyduğumuz müziği dinlerdik nerdeyse. Bu kadar çok seçeneğimiz yoktu. Şimdi 13-14 yaşında metalci! kesilemiyorduk. 20'li yaşlara doğru fırsatımız oldu yeni müzikleri keşfetmemiz için. Her yeni tarzda farklı bir heyecanla ve keyifle dinlerdik keşfettiğimizi. Tam ortada geçiş dönemini yaşayan nesildik yani biz. Ne şimdi 30'lu yaşlardakiler gibi yaşadık 25 yaşına gelene kadar, ne de şimdi 10 küsürlü yaşlarda olanların yaşadıkları gibi yaşadık o yaşları.

Bugün yapıp yediğim menemenin tadı hormonlu domatesler sayesinde pek de lezzetli değildi. Bilmem anlatabildim mi? Dışarıya çıkın çocuklar.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ferah Sokak ve Güzel Anılar

Birkaç gün önce oradaydım. Ferah sokak'ta. Çocukluğumun önemli kısmının, en güzel anılarla dolu olan kısmının geçtiği sokak. O günlere geri döndüm, gözümde canlandı anılar. Eski halini getirdim gözlerimin önüne. Çok değişmiş, çirkinleşmiş. O günden bugüne çirkinleşen herşey gibi.

Kimler vardı bu sokakta. Serhat-Ferhat kardeşler. İkisini de severdim ama Ferhat'ı bir ayrı severdim. Zeki-Metin ikilisinin Zeki'si gibiydi Ferhat. Bağırırken, gülerken. Selim vardı, aynı sınıftaydık ilkokulda. Caner'le de öyle. Soner vardı ilkokul 1. sınıfı okumadan 2'ye geçmiş okuldan önce okuma yazma öğrendiği için. Süper zeka derlerdi mahallede kendisine. Barış vardı her mahallede bir tane dişini, sözünü geçiren kişi olur ya; O'ydu işte. Ayberk abi vardı. Bizden 5 yaş büyük, ortaokuldan sonra askeri liseyi kazanarak ayrılmıştı aramızdan. Enes vardı, garip değişik biriydi. Gürcan vardı, bahçelerinde az basketbol oynamamıştık.

Nasıl geçerdi o sokakta günler, haftalar, aylar. Yaz günlerinde sabahları Kuran Kursu'na gidilirdi ilk birkaç gün. Sonrasında kaynatılırdı kurs. Öğlen 12 civarında çıkardı herkes dışarıya. Buluşurduk Ferah Sokağımızda. Gerçekten de adı ne güzelmiş. Ferah Sokak!.. Akşam 8-9'a kadar yemek yemeden nasıl dayanırdık o sıcakta günde 3-4 maç yapıp da.? Heralde çocukluk enerjisi.

Dönem dönem farklı oyunlar moda olurdu mahallede. En gözde oyunumuz tabi ki futboldu. O hiç unutulmazdı neredeyse. En azından bir maç yapardık o sokaktaysak o gün. Serhat-Ferhat kardeşlerin bakkalları vardı. 9 katlı toplarımızı onlar getirirdi hep. Yarısını ben patlatmıştım belki de. Her patlayan toptan sonra deftere yazardılar borcumu. Hiçbirini vermemişimdir belki de. Daracık sokakta bahçelere, arabaların altına kaçan toplar. Klasik atan alır sipor geyiklerimiz. En iyi solak yarışması yaptığımızda ilk şutu ben çekmiştim ve Nadir Amca'nın 20X20'lik camını kırmıştım. En kötü solak bendim belki de. Nadir Amca az topumuzu alıp kesmemişti. O kırdığım camın da parasını ödetmişti. Çok aksi biriydi. Sürekli kovalardı bizi top oynadığımızda. Top bahçesine kaçtığında "eyvah!" derdik, "gitti top". Arada bir Serhat-Ferhat'ın babannesi ikna ederdi de alırdık topu geriye. O zamanlar sahada basmadık yer bırakmadı denilen tabiri sonuna kadar yerine getiren bir futbol oynuyordum. Defanstan topu alıp forvete kadar giderdim paslaşarak veya çalımla. Rakip atağa başlayınca da geri gelir savunmamı yapardım. Bir de dönemin benim için idol futbolcusu Hami gibi şut çekerdim. Onun gibi gerilir ayağımın üstüyle sert abanırdım. Mahalledeki çoğu kişiyi yaralamışlığım vardır o şutlarla. Hami Schalke'ye transfer olduktan sonra sokağa her girişimde "Şalke Şalke" diye alkışlar eşliğinde tezahürat yapardı çocuklar.

Taso ve bilye de nöbetçi oyunlardı mahallede. İkisi sırayla popüler oyunlarımız olurdu. En çok taso ve bilye biriktiren havasını basardı. Sporcu kartlarıyla da çok haşır neşir olmuştuk tabii. Simit, kayış gibi oyunlar da alternatif oyunlardı.

Tam da o zamanlar bir de ateri furyası vardı. Ateri salonlarına giderdik. Çingen çocuklarıyla dolu olurdu. Arkamıza gelip bi el versene oynıyım diye diretirlerdi. Doğum günümde sınıf arkadaşım Rüya'nın aldığı radyoyu kaptırmıştım bu çocuklardan birine o ateri salonunda. İçim acımıştı. Hediyeydi sonuçta. Çok da sevmiştim, değerliydi. Daha sonra evde televizyonda oynadığımız ateriler geldi. Kaset takası yapardık arkadaşlarla. Çok sevdiğim içinde yok yok diyebileceğim bir kasetim vardı. Futbol oyunlarından, nba'e, Mortal Kombat'dan Street Fighter'a Olimpiyatlara. Ateride bir savaş oyununu annemle beraber bitirmiştik bir keresinde ilk oynayışımızda. Kaseti aldığım arkadaşım Soner'e anlatmıştım bitirdik oyunu hatta sonunda tıhe end yazdı demiştim. Anadolu lisesindeydi Soner ben ilkokul 5'teyken. "Tıhe end değil dı end diye okunur o lan" diyip dalga geçmişti benle. Annemler düğüne gitmişlerdi bir keresinde. Ben de fırsat bu fırsat Japonya liginin futbol oyununu oynamaya başlamıştım. Çok uzun sürüyordu lig. Hiç bitirip şampiyon olamamıştım bir türlü. Tam bitirmeye yaklaşmıştım. Şampiyonluğu da garantilemiştim matematiksel olarak ama zil çaldı ve ben korkuyla kapatmıştım ateriyi. Hala içimde uktedir o şampiyonluğu yaşayamamış olmak. Babam ateride bilardo oynamayı sevmişti. Hep de yenerdi beni bilardoda. Çok az oynamasına rağmen bana göre..

Böyle bir çocukluktu işte. Böyle güzel bir sokaktı Ferah Sokak. Bana bu kadar çok anıyı hatırlattı yeniden. O güzel saf günleri. İyi ki varmış. 1999'daki o iki büyük depremin ardından ayrılmak zorunda kaldığım sokak. Şimdi topların kaçabileceği bir bahçe kalmamış sokakta. Arabalarla dolmuş iyice. Bizim gibi top oynayan çocuklar yok artık orada. Ne o sokak eski Ferah Sokak, ne de ben eski Hasan. Herşey eskiden güzeldi.

Bir de şu vardı eskilerde yazdığım:

Özlenen Saflık

10 Ocak 2010 Pazar

Özlenen Saflık


Çocukluğun saflığını, temizliğini.. Ne kadar çok özledim..

Rahmetli babamdan çekinirdim hep. Babaların otoritesi vardır ya her evde. O otoriteden dolayı sanırım. Özellikle para isteme konusunda çekinirdim nedense. Hep anneme söylerdim babama söylesin diye. Babam da gülümser benden niye istemiyosun diye sorardı. Önüme bakar bişey diyemez verdiği parayı alırdım. Babamın ömrüne göre yolun yarısındayım şimdilerde.

Depremden önceki zamanlarda yaz aylarında öğle saatlerinde evden bi çıkardık. Akşama kadar yemek yemeden o sıcakta nasıl dayanırdık bilemiyorum. Dönem dönem mahalledeki moda olan oyunlar değişirdi. Kimi zaman günde 3-4 tane maç yapardık. Bazen mahalle maçlarına giderdik Fettah'a. Bazen misket oynamak popüler olurdu, bazen taso oynamak. Her gün dışarı çıkabilmek için annemden izin almaya çalışırdım en az yarım saat. Her defasında da o izni koparabilmeyi başarırdım.

Küserdi annem bazen bana yaptığım şeylerden dolayı. Yalvar yakar barışmaya çalışırdım. Sonunda barışınca uzanırdım kucağına anneciğimin. Oturan kimliğimde de aramızın bozuk olduğu, biraz nanemolla giden ilişkilerdeki kişilere karşı hep özür dileyen, alttan alan kişinin ben oluşumun altında da biraz bu yatıyor sanırım. İnsanlarla dostlukları, iyi ilişkileri, sevgi bağlarını kurmak kolay değil. O zorluklarla kurulan ilişkiler ufak tefek şeyler yüzünden bozulmasın diye belki de bu alttan alışlarım. Çocukluktan kalan saflıklardan birisi.. İyi ki de kalmış..

İlk kardeşim doğduğunda sokaktan oyun oynamaktan eve geldiğimde Huriş'i annemin yanında gördüğümde ilk önce kıskanmış annemin diğer yanına da ben yatmışım. Sonra da tahminimce şimdilerdeki "umursamaz tavrımla" kıskanmaktan vazgeçip sokağa oyun oynamaya geri dönmüşüm.

Mahalledeki, okuldaki arkadaşlarım arasında küfür etmeye başlayan son kişi bendim belki de. Herkes küfür ederken ben içimden "töbe töbe" derdim hep. Sonra orta 2. sınıftayken deprem nedeniyle gittiğimiz Zonguldak'ta ne olduysa bana birçoğu gibi küfretmeye başladım ben de. Tıpkı Taner gibi.

Çocukken yapmam diye düşündüğüm birçok şeyi sonraları yaptım. Çocukluğun o masum saflığı büyüdükçe eriyor. Çocukluğun saflığı temizliğinde kalabilmek isterken, hayat beni belki de yolun yarısına getirdi.