Okumadan Geçme

Facebook

31 Aralık 2012 Pazartesi

This Is The OLD Shit

 Askerlik başlamamışken henüz; nasıl yapıcam düşüncesi vardı kafamda. Nasıl yapıcam derken, şu malum şekilci davranışları var ya askerliğin. Hazır olda durmalar, selam vermeler, herşeyin bi şekil disiplini içerisinde yer alması filan. Hayatında en sevmediği şeylerden biri şekilcilik olan benim için bunlar tedirgin ediciydi. Biraz boşaymış bunlar sonradan anladım, bi şekilde yapıyosun istenileni, ya da yapman gereken yerden kaçmaya çalışıyosun fırsatını bulduğunda götüm götüm, benim gibi.

Yaptığım askerliği 3'e bölebilirim, 3 farklı yerde, farklı insanlarla, farklı uğraşlarla geçirdiğim günler olarak. İlk dönem Polatlı'daki halk diliyle acemilik, askeri dille asteğmen adayı öğrencilik dönemi. Öncelikle Polatlı'ya dair, yazmazsam içimde kalacak; dünyanın en gereksiz yerleşim yerlerinden birisi olduğunu düşünüyorum kaldığım 80 günlük süre içerisinde. Ki o kaldığım süre 2011 Aralık - 2012 Mart arasıydı. Şu hepinizin ağzına sıçan, Polatlı'daki bizlerin ise soğuğa karşı düşüncelerini bir adım öne taşıyan kış dönemi. İlk günlerde karşılaştığımız ortam, herhangi bir şeyi düşünmemize bile olanak vermiyordu. Koyun gibi oradan oraya sürülüyor, ne denirse onu yapıyorduk. 10 erkek kaldığımız koğuşta ilk 4-5 gün boyunca hiç futbol ve karı kız muhabbeti dönmemesini çok garipsemiştim. Sonrasında dönen karı kız muhabbetiniyse daha çok garipsemiştim. İlk günlerde yüzüne bakılmayan kadın teğmenler, son günlerde bazılarının gözüne Adriana Lima gözükmeye başlamıştı. Düşünün işte ne hale geldiğimizi psikolojik olarak. Yemin töreninde giyeceğimiz, içinde nazi subaylarına selam çaktığımız, subay kıyafetlerini ütülerken, sırtımı ütüyle yakmıştım. Üzerimizde ütülüyorduk evet, sadece benim sırtımın yanmış olmasının sebebi ise, eli ağır arkadaşa denk gelen tek kişi bendim. Yanığın ardından 4-5 gün boyunca revire gidip geldim sabahları. Revire gittiğim sabahlardan birinde, sabah 7'de NTV'de "Güne Başlarken" programının başladığını görünce, NTV bile güne başlamadan güne başladığımızı farkettim. Polatlı günlerine dair yazacak, anlatacak, gözlemlenmiş çok daha fazla şey var aldığım notlarda ama, şimdi bunları anlatmanın pek anlamı yok.

2. dönem Kıbrıs'ın bi köyünde geçen 3 aylık süreçti. Her şeyin bir senaryodan ibaret olduğu, herkesin üzerine düşen rolü oynadığı, oynamaya çalıştığı, benimse hiçbir şeyi sallamadığım, sallamayışımı da belli ettiğim günlerdi. Karşılaştığım bu duruma karşı yapabileceğim en iyi şey, askerl..

Ya ben bu yazıyı aslında sırf  askerde geçen 2012 yılını kapatmak için yazıyorum ve çok sıkıldım daha fazla da devam edemicem. Eğer yaşarsam, 15-20 yıl sonra 2012'ye dair hatırlayacaklarım sadece askerlikle alakalı şeyler olacak, ve askerlikten şahsıma kalan güzel dostluklar, "gibi gibi gibi" lafı ve bir işe yaramayacak olan "para saymayı öğrenmek". Evet 3 döneme ayırdığım askerliğin 3. döneminde, kantinde kasa subayı olarak görevlendirilmiştim. Askere gelmeden önce kantin subayı olursun belki dediklerinde hayalimde canlanan şey; askerlerin takıldığı bi kantin gibi bi yer olur, ben de orda takılırım akşama kadar, bi sandalyede oturur onları kolaçan ederimdi. Halbuki askerde kantin dedikleri şey, sivil hayatta market olarak bildiğimiz yermiş. Bu da kızlara ve henüz askerliğini yapmamış erkeklere gereksiz bilgi olsun. Hadi eyvallah.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Ben bu oyunda, bogulurum dedee.

Bu dunya icin gerekli bi adam degilim, yasamamin ve yasamimin dunyanin ekolojik dengesine bi katkisi yok. Kendimi hicbir yere ait goremiyorum, yakistiramiyorum. Hala hicbir seyden gram keyif alamiyorum. Bos ve beklentisiz hayatimi, benden beklentisi olanlar varken nasil surdurebilecegimi bilemiyorum. Buyuk bir zitlik ve carpismanin ortasinda kutupsuz elektronlar gibiyim, hissedemiyorum.

6 Eylül 2012 Perşembe

Yol Hikayeleri #8 Konya'dan Hindistan'dan


Çok zaman olmuştu anlatacak bir yol hikayesi yaşamayalı. Konya yollarından çıktı hikaye. Mehmet'le beraber Ersin'in düğününe gitmek için Ankara'dan hızlı trenle Konya'ya gittik. (Ersin evlendi evet, bir zamanlar buralardaki satırların ortağı) Düğüne gidiyoruz diye de Ankara'dan gömlek kravat almıştık, giderken giyiverdik. Gömleği, kravatı asıl alma sebebimiz düğün değildi aslında, gelecekteki muhtemel iş görüşmelerinde giymek üzere hazır düğüne de denk gelmişken alalım dedik. Neyse efenim, yazmaya yazmaya körelmiş olduğumu da hissediyorum zira yazdığımdan zerre keyif almıyorum çok sıkıcı devam ediyo yazı. Konya'ya indik, taksiye bindik düğünün olacağı otele gitmek için. Çekmişiz ya gömleği kravatı bi de otele gidiyoruz, taksici hemen "iş için mi geldiniz" diye sordu tabi. İşadamı havasına bürünerek gelmiştik yani Konya'ya. Otele gittik, düğünde çokça sıkıldık, oynama muhabbetleri olduğu anlarda sıkça sigara içmeye kaçtık, filan fistan. Sonlara doğru öyle sıkıldım ki, Mehmet'e "bi daha hiç bi düğüne gitmeyek la, kimin olursa olsun" dedim. Gittiğim bana yeter, ayy her tarafım ağrıyor.

Bu kadar ıvır zıvır anlattıktan sonra esas yol hikayesine geçeyim artık. Gece 12'ye doğru otogara gittik. Mümkünse Düzce'ye, değilse önce Ankara'ya sonra Düzce'ye gidicez. İkisi de mümkün olmadı, otobüsler dolu, en erken otobüs de sabah 7'de diyo tüm firmalar. Umutsuz ev adamları olarak bekliyoruz, derken Pala Dayı çıkageliyor ortalıkta bağırıyor. "Ankara yolcusu kalmasın ankara yolcusu kalmasın" diye. Gidip sorayım adama "yer var mı acaba" diye yaklaşıyorum, "var" diyo hemen koşa koşa gidiyoruz. En azından bi 403'e bineriz diye beklerken Ford minibüse bineceğimizi anlıyoruz. Pala dayı 14. kişiyi bulmak için çabalarken minibüstekilerden biri "bu servis di mi bunla gitmicez, can güvenliğimiz yok bunda yaauuuv" bıdı bıdısı yapıyo. Yauuvv derken Okan Bayülgen konuşuyo zannedersiniz öyle vurgulu söylüyor adam. Herif hala anlamamış korsan minibüsle gideceğimizi. Son yolcuyu da buluyo Pala dayı, 14 yolcunun 2'si kız, kızlar öne oturuyorlar. Kız dayanışması oluyor hemen aralarında ortamın da katkısıyla. Can güvenliği geyiğine giren herif kızların oturduğu ön tarafın arkasında oturuyordu. Artık elini kolunu filan nasıl attıysa ön tarafa, mola verildiğinde kızlardan biri dönüp çemkiriyo adama "kötü niyetli olmayabilirsin ama dikkatli ol" falan filanlı sözlerle. Kulaklığın ardından duyabiliyorum zar zor bunları, hemen ardından diğer kız da söylüyo bişeyler, sonra mola yerinde kol kola giriyolar, çay içiyolar, 5 dk'da kankaya bağlıyolar muhabbeti. Mola demişken, yola çıkmadan önce aldığım Çokonat'lardan birini Mehmet'e vermiştim al ye diye, "molada yerim amcoğlu" demişti Mehmet de. Espri yapmıştı aklı sıra, minibüsümüzün mola vermeyeceğini düşünüyorduk. İş adamı gibi geldik, mülteci gibi geri döndük Konya'dan sonuç olarak. Sıkış tıkış, uyumanın imkansız olduğu, ama yanımdaki insanüstü varlığın uyumayı başarabildiği bu yolculuğun ardından AŞTİ'ye geliyoruz.

Yanımdaki uyuyabilen vatandaş.


Çakma iş adamları.


Uyumaya çalışan bir adet Mehmet.


Ve yolculuğun sonu..


Ankara'dan Düzce'ye gidecek olan ilk otobüs 3 saat sonra. Çaresiz beklicez, e tabi uyumak şartıyla. AŞTİ'yi bilenler için söylüyorum, deniz tarafına bakan kaleye Gençlerbirliği hücum ediyor. Ne diyorum lan ben? AŞTİ'yi bilen bilir işte giden otobüs katında, oturmalık yerlerde geceleri uyunur. Biz de aynısını yapıyoruz. Ama ben hala gömlek ve kravatla duruyorum. İşadamı görüntümden taviz vermiyorum asla. 40 yılın başı böyle giyinmişim, çıkarmam lan o kravatı çıkarmaaaam. O halimle yatıyorum o oturma yerlerinden birine AŞTİ'deki. Baya da güzel uyumuştum he, Mehmet dürtüyo hadi vakit geldi gidelim diye. Uyanıyorum, karşı bankta bi kız çok da sempatik bi şekilde gülüyo, bana bakıyo, "noluyo olm rüya mı görüyorum ben, bu kız bana niye gülerek bakıyo böyle" derken, gömlek kravat geliyo aklıma. O vaziyette giyinen adamın ne işi var mülteci havalarında AŞTİ köşelerinde. Güler tabi insanlar. Sonra bu AŞTİ'deki gülme muhabbetinin aynısını Düzce'ye gittiğimiz otobüsten inerken tekrar yaşıyorum. Bu kez Düzce'ye gelmişiz, muavin uyandırıyo bizi, yan koltukta oturan bi kız, yine çok sempatik ve güzel gülümsemesiyle bana bakıyor. Lan diyorum hep böyle zamanlarda gülersiniz zaten.

* Bu kadar boktan bi hikayeyi nasıl bu kadar uzun anlatabildim şaşıyorum kendime. Hayır, ben de o kaçtığım kafa açan adamlardan oluyorum diye korkmaya başladım.

19 Temmuz 2012 Perşembe

Bi sus da..

Geveze insanları sevmiyorum. Hele iş nedeniyle katlanmak zorunda olduğumda. Size sürekli birşeyler anlatıyorlar ve sizden sürekli dinlemenizi bekliyorlar, konuşmanıza da izin vermiyorlar. Kendileri düşünmedikleri gibi, sizin de kafanızı dinlemenize ve düşünmenize izin vermiyorlar. Bu tip insanlar konuşurken takip edemiyorum genelde. Takip ediyormuş gibi ilgili görünüyor, ama ne anlattıklarına dair hiçbir şey bilmiyorum konuşmanın sonunda. İki tip oluyor bu insanlar bir de. Bir kısmı ciddi şeyler konuşan geveze tayfa, diğer kısmı ise aklınca sürekli espri yaptığını düşünen bir konuşup 10 gülen geveze tayfa. Ciddi olanlara "tabi sen de haklısın, hıhı evet" gibi tepkiler verip hiç konuşmayarak -bir süre sonra anlattıklarına karşılık bulamayacak ve gidecek-, sürekli gülerek bir şeyler anlatanlara da karşımda dünyanın en komik adamı filan varmış gibi zorla gülerek karşılık veriyorum. Sonuç olarak siz hiç karşılık vermediğinizde eninde sonunda susuyorlar ve gidiyorlar. Ama bir sonraki sefer için kurtulamıyorsunuz. Artık tek çare yanından bi şekilde kaçmak oluyor, onu da iyi beceriyorum.

Not: Bu yazı 7 aydır askerde karşılaştığım bazı insanlar sayesinde yazılmıştır.

27 Nisan 2012 Cuma

Lale Devri - Konuk Yazar #2

Benim bi' bok yazdığım yok bi' aydır. Önder can simidi gibisin bebeğim. Konuk yazarlık muhabbetinde 2. yazı da Önder'den. Yine yalnızlık mevzu bahis. Ve işte Önder'in yazısı, anderun mastisi, alın yazısı, canısı, canısı...

------------
Saat tam 00.00. Yorgunluktandır diyorum akşamdan beri ama içimdeki sıkıntı farklı gibi. Depresyon durağı bu saatler aslında. İnsan ne düşünse ,ben, karanlığa kayıyor. Zaten geceleri hep karanlık değil mi? Belki de sıkıntım gündüz pek düşünmemek ,düşünmeyi gece yaparsan olacağı bu.
Tepkim ne benim? Basit bir hayatı yaşamayı bile beceremeyen bi insan oldum çıktım. Herşey karmaşık, hep yanlış zaman bana sorsan. O doğru zamanı bulamadım arkadaş. Yanlış yapmamak adına birşey yapmayanlardanım ben. Kaç yaşına geldim, 26… şimdi ucuz depresif söylemlere girmek de istemiyorum. Bu tepkime rağmen aslında ben o kadar da karamsar değilim. Sadece iyimserliğim karamsar duruyor. Burda bir aforizma girmeliyim; eğer iyimserliğin bile gölgede kalıyorsa ışıksızlıktan şikayet edemezsin.

Süslü laflara ön yargılı bir adamdan nasıl bir aforizma bekliyodun ki? O kadar yazı yazdım neden yazdığımı ben bile anlamadım ki sen, bunu okuyan varsa o, sen nerden anlayacaksın. Sen de haklısın.
Ciddiye almadığın hayat neden seni ciddiye alsın ki? İçinde olduğun boşluk,parasızlık ve tabi yalnızlık için hayatı suçlama. Sincap ciddiyetinde yaşasam ya da bir kirpi daha mutlu olabilirdim. Sadece hayatımı sürdürmek, daha fazla yaşam!

Basit ve etkili yaşam. Yalnızlıktan şikayet ederken, birilerinin seni görmesini istersin ya. Neden kendini göstermeden bunun olmasını beklersin? Ya da yaşama sevincinden götürdüğünü düşünürken zamanın, neden saate bakarsın ki? Sana bakmasını isterken bir çift gözün, neden bakmaya korkarsın onlara? Bunları daha da sıralarsın kolayca. Hoş, boş konuşmayı kendine şu andaki en önemli aktivite seçmiş bir insan olarak haklılığım yada doğruluğum kesinlikle görecelidir. Ve genelde haksız çıkma gayretim de vardır endişelerimde. Hayata dair endişelerim umarım sadece benim hüsnü kuruntularımdır. Aslında bu iyimser bir söylem bile sayılabilir aslında. Ama yine de gölgede kaldı farkettiğin üzere.

Yalnızlıktan bahseden o kişilerden olmak istemem aslında bu kadar yalnız hissetmesem kendimi. İşin kötüsü, yalnızlığıma tam anlamıyla son verecek birileri vardır elbet. Ya da bazıları vardır ki, onlar yalnızlığımı daha mutlu yaşamama müsaade ederler,ancak yine benden uzaktadırlar. İşin ironik tarafı, bu kadar yalnızlıktan dert yanıp kurtulmaya çalışan biri olan ben, yalnız olmama ile ilgili bir şey bilmiyorum. Ve burda bir aforizma daha girer; yalnızlık insanlığını kemiren bir tırtıldır,kelebek olmaktan uzak. Aforizmadan aforizmaya ya da tepkiden tepkiye sıçrıyorum. Aslında yaptığım sandalyede oturmak. Garip di mi?

Konuşursun konuşursun heyecanlı da sonunu getiremezsin ya. Sonuna gelince ne diyeceğini bilemezsin. Sonuna gelir başını unutursun ya da karşındakine böyle fişi o anda çekilmiş gibi bakarsın. İşte o vurucu sonu bulamadan bitiriyorum bu yazıyı da. Zaten anlayan için yeterince vurucu olmuştur. Hadi selametle…

13 Mart 2012 Salı

İstanbul'da Bir Gece

Başlığı "One Night In İstanbul" şeklinde ingilizce atsaydım daha afili olurdu di mi? Böyle film adı gibi filan. Niye böyle saçmalayarak girdiysem yazıya. İstanbul'da bi gece sabahlama isteğim 1-2 yıl öncesine dayanıyor. O zaman yanımda biri olsun da beraber yapalım bunu istemiştim. "Manyak mısın olm ne sabahlaması" şeklinde tepkiler almıştım. (Evet aslında manyağım da cevap olarak vermemiştim bunu kimseye.) Yani bunu yapmak için bi yandaşım olamamıştı, tek başıma da yapamamıştım, o aralar İstanbul'da tek başıma bulunmadığımdan. Geçtiğimiz hafta sonu bu fırsat elime geçti. Bu kez yalnızdım, "hadi gel sabahlayalım bu gece dışarda" diyeceğim birisi yoktu, "manyak mısın" diyecek birisi de yoktu.

Geceye 4. Levent'teki Kaşıkçı Pilav'da 1 çorba, 2 tabak da tam salatasız pilav yiyerek başladım. Çok hayvani bir performans, zaten bitirirken nefes alacak yer kalmamıştı içimde. Kesmeşeker konserinin de bu geceye denk gelmesi ayrı bir özellik kattı bu geceye. İlk kez bi' konsere de tek başıma gitmiş oldum sanırım, izin verdi yalnızlık diyelim. Metin Kurt gibi yalnızdım konser salonunda, uçsuz bucaksız azınlığın arasında. Gayet iyi bir konserden sonra, güzel insan Cenk Taner'e "eyvallah kaptan" dedim çıktım. Gece 1'de İstiklal'de atacağım 8-10 turdan ilkini atmaya başladım. "Kafası bi' dünya" bi' dünya insan vardı caddede. Kendi arasında kavga edenler, başkalarıyla sürtüşüp kavga edenler, dayak yiyip hırsını telefon kulübesinin camını kırarak alanlar.. Ön sevişenler ve onlara laf atanlar, doğu şivesiyle; "amınag goyyim İstanbul değil kerhane. Gidin okul bahçesinde yapın bari amınag goyyim" şeklinde.

Hava da baya soğuktu; şansıma sıçayım; kışın günler kısa diye kışın askere gidip de son 40 yılın en soğuk kışını bulan benim için normal tabi bu. Soğuktan biraz kaçmak için bi dönerciye girdim döner yedim, 1 saat oturdum. Çıktım 2-3 tur daha attıktan sonra yine çok üşüyünce, başka bi' yere girip tatlı yedim, 1 saat de orada oturdum. Saatler ilerledikçe açık olan yerlerin sayısı da azalıyodu iyice. Tam Burger King'e oturmaya niyetlenmiştim, kapatıyolardı. Ne güzel "Taksim'deki Burger'a işemek için giren" yüzlerce insanın arasında oturcaktım. Bişeyler yeme zorunluluğum da olmayacaktı, çatlıyodum zaten yemek yemekten. Dışarda bi süre daha dolaştıktan sonra saat 4'e doğru bi dönerciye daha girdim, bi döner daha aldım(OHA). Yarım saatte filan gıdım gıdım yedim bitti, mekan da 24 saat açıkmış, "iyi" dedim, buradan çıkmam artık. Sonra da o akşam aldığım 4 kitaptan Sherlock Holmes'u okumaya başladım orada. Dönercide, gecenin 4'ünde kitap okudum ya ben, bu hayatta her şey olur. (Düzenli kitap okumaya çalışmaya da başladım evet. Üstüne de kitap arşivi oluşturmaya yönelik çalışmalara başladım, para beni bozdu azizim, yıldırımım.) Sonra yanıma 6-7 kişilik kızlı erkekli bi grup geldi, tek başıma oturduğum masaya kuruldular, başka yer olmamasından mütevellit. Mütevellit güzel kelime. Neyse yanıma oturan bu gençler baya bağıra çağıra kopa yarıla konuşurken ben hiç istifimi bozmadan kitabımı okumaya devam ettim. Kızlardan bi' tanesinin boyu 1.51'miş, günümüz Türkiye'sinde olağan durumlar bunlar aslında. Ona sürekli cüce diyip duruyolardı, onun üzerinden espri filan yapıyolardı, kız da kendisiyle taşak geçiyodu zaten. Aralarında konuşmasında bi kırıklık olan çocuk vardı, hafif bi gay'lik sezinledim yani. En çok bu çocuğun söylediklerine gülüyolardı, cüce esprilerini de bu eleman yapıyodu. Ben o sırada kitap okumaktan sıkıldım, zaten bu yanımdakilerin sesinden okuduğumdan da bi' bok anlamamaya başlamıştım. Nokia'nın yılan oyununu oynamaya başladım telefonda. Telefonum da sadece mesaj gönderen ve konuşmaya yarayan telefonlardan işte. Ben yılan oynarken o cüce kız bana doğru baktı "bu nabıyo ya?" dedi. Siklemedim, hiç istifimi bozmadım, duymazdan geldim, umursamaz tavırlarımla ünlüyümdür zaten. Neyse bunlar konuşurlarken birden babalarına sövmeye başladılar. Biri "benim babam dünyanın en şerefsiz adamı", diğeri de bunun peşine "benim babam dünyanın en büyük orospu çocuğu" dedi. "Orospu torunusun yani sen" dedim içimden. Cüce olan da bunlara benzer bişeyler söyleyip cüce olma sebebinin babası olmasından yakındı ve yine babasına sövdü. Onlar babalarına böyle söverken araya girip "aranızda babasını kaybeden yok di mi?" diye sormak geldi içimden. Sonra peşine bir kaç şey daha söylemek. Sonra vazgeçtim, ne söylesem fark etmeyecekti nasılsa, henüz onlar bunları bilmiyor. Kendileri yaşayıp anlayacaklar bazı şeyleri. Yaşasınlar da anlasınlar madem dedim. Bu cüce olan kızın babası Julia diye biriyle nişanlıyken nişanı atıp anasıyla evlenmiş. Anasının boyu da kısaymış o yüzden kendisi de bu kadar kısa olmuş. Julia da maşallah dalyan gibi karıymış heralde öyle diyodu. Neyse bu Julia babası nişanı attıktan sonra beddua etmiş babasına bunun. O bedduada bu kızın 1.51 olmasında etkiliymiş anlattığına göre. "O Julia'yı bulucam" diyip duruyodu. Julia'nın 91'li bi kızı mı ne varmış. 91'li olan ve annesinin adı Julia olan birini tanırsanız, şu 1.51'lik kıza haber verin de rahatlasın. Şu Julia'nın adı da Maria olsa çok daha güzel olacaktı be.

Saat 6'ya doğru hava hafif aydınlanmaya başlamışken çıktım oradan da "buradan uzaklara gidicem" nidasıyla, kafamı sikti bu cüce ve grubu. Tüm gece eğlenen on binlerce insanın kirlettiği caddeyi temizleyen çalışanları gördüm son olarak Taksim'de bu gecenin sonunda. Birileri Cumartesi gününün en güzel saatlerinde eğlendi ve sonra Pazar günü sabahın 5-6'sında da birileri oraları temizlemek için harıl harıl hızlı bir şekilde çalıştı. Hayatın insanlara sunduğu şeylerden bir kesitti işte bu da. Olmak istenen yer, mecburen olunan yer.

Böyle şeyler işte, neredeyse bu yazı kadar sıkıcı bi' gece geçirdim konser dışında, Konya'dan Hindistan'dan, Anya'dan Konya'dan bahsettim gereksiz yere. Ama iyidir iyi. Sonuçta yapmak istediğim şeyi yaptım. Gece boyunca yaklaşık olarak 20 km yol yürüdüğüm için ayaklarım hala ağrıyor. Acıların kralıyım. İstanbul İstanbul. Fısıldıyordun bir şeyler, duymuştum şehirdeydim, "gene gel" diyordun. Peki ne olacak benim bu halim? Ne olacak, tek kişiyim ben hala. Tut beni düşmeden.

Feridun Amca, herşey çok saçma. 
Yaşam geliyordu üstüme, hiç yer yoktu kaçmaya.


29 Şubat 2012 Çarşamba

29 Şubat 2012

"The Day That Never Comes" Yazmıştım 2 ay kadar önce bi' ara, bi' kağıda. Ha işte o hiç gelmeyecek gibi duran gün geldi nihayet. Şimdi o günle 29 Şubat arasındaki bağlantı, 29 Şubat'ın bir başka açıdan görünümü filan yazcam bi' şeyler. Kafam karıştı, çok bilinenli bi denklem oldu bu.

29 Şubat Facebook Mağduru diye salak bi' yazı yazmışım geçen sene bu zamanlar. Orada detaylı şekilde yazıyo hikayenin çoğu. Facebook'ta doğum günü tarihini 29 Şubat yapmıştım 3 yıl önce filan. Doğum günü kutlamalarını sevmemem nedeniyle, bir de merakımdan dolayı yapmıştım bunu. Merak ettiğim şey de 29 Şubat 2012 geldiğinde kutlayan olup olmayacağıydı.

2 aydır 29 Şubat'ı bu kadar bekleme sebebiyse; acemiliğin bittiği, asteğmenliğe geçiş yapılan, 2 hafta dağıtım iznine çıktığımız gün olması oldu. Ve tabii 2 ay aradan sonra 2 hafta izne ayrılmak, son 40 yılın en soğuk Ankara kışından sonra olunca bi' de, yeniden doğma etkisi yarattı biz 343. dönemlerin bünyesinde. Ben bunu 3 yıl önceden görerek ayarlamışım işte. Varın anlayın siz ne kadar ileri görüşlü olduğumu. (OHA) (Buraya dilli milli bi smiley de giderdi evet.)

Doğum günü kutlamalarıyla alakalı olarak ise; kutlayanlar sağ olsunlar, var olsunlar, teşekkürler hepsine. Hepinizin kutlamasını izne çıkışımın kutlaması sayıyorum. Ahahah, kutlamayı da istediğim şeyin kutlamasına çevirdim ya. (OHA 2) Ama şimdi değinmeden geçemeyeceğim bir durum var: Bu kanka ayağı harbiden göt ayağı he. 3-4 yıldır hiç görüşmediğim, öncesinde de çok az muhabbetim olan adam "kanka doğum günün kutlu olsun" yazmış. Böyle durduk yerde her önüne gelene, her şartta kanka diyen adamdan korkacaksın abi.

29 Şubat'la olan sınavımı da böylece tamamlamış bulunuyorum. Daha da bi olayım olmaz heralde bununla alakalı.

22 Ocak 2012 Pazar

Peşpeşe 5 tane yazı yazdım, 3-4 ay benden bişey çıkmaz artık. Bi de hepsi askerlikle alakalı, çok sıkıcı, çok banal, ay öf.

Askerlik #5 İlk Ceza

Bu yazı biraz uzun ve sıkıcı olacak.

91 kişilik bölükte haftasonu çarşı iznine çıkamama cezasını ilk yiyen kişi ben oldum. Ama nasıl oldum? Bak bu kısmı güzel, Türkiye'nin özeti bi' nevi.

Yemin töreninden sonra bizlere ailelerimizin gelmesi şartıyla evci çıkabileceğimizi söylediler. Yemin töreni perşembe günüydü. Pazar gününe kadar evci izni verdiler ama arada Cuma günü hafta içine denk geldiği için gıcık bir durum oluştu. Perşembe ailesiyle evci iznine çıkan kişi, Cuma günü yeniden ailesiyle nizamiyeye gelecek ve Pazar gününe kadar tekrar evci çıkacak. Evci izninin bir de şöyle bir şartı vardı ki; en önemli noktası da bu. Evci çıkan bizler Nizamiye'nin olduğu yer olan Polatlı dışına çıkamayacaktık. Yani Polatlı'da bir otelde ya da varsa bir akrabanda, arkadaşında kalmak zorundasın Perşembe'den Pazar'a kadar. Tabi bu olması gereken ama, kimsenin uygulamadığı bir şeydi. Evci çıktığımız kağıda da Polatlı'da kalacağımız adresleri yazdık ve krokisini de çizdik, daha hiç görmediğimiz, gezmediğimiz şehrin otellerinin. Sadece Perşembe'yi Cumaya bağlayan gece (böyle yazınca mübarek Cuma gecesi diyecek gibi oldum) Polatlı'da kalan olmuştur küçük bir ihtimalle, eğer Ankara'da ya da yakın illerde kalacak yeri yoksa. Bunun yanında komutanlarımız da bize "bizim sizin otellerde olup olmadığınızı kontrol edecek halimiz yok" dediler. Yani aslında onlarda da "gitmeyin diyoruz ama gideceğinizi biliyoruz" diyorlardı bir nevi. Hatta bir başkası "önümüzdeki hafta dersleriniz başlayacak, derslerde size hesap makinesi lazım olacak, evinize gidince hesap makinelerinizi de getirin" dedi. Neyse işte bu kadar bariz olan bir durum söz konusuydu. Törenden sonra annemlerle beraber çıktım ben de. Anneannem hastanede yattığı için annemler o gün törenden hemen sonra geri dönmek zorunda kalmışlardı. Ben de bu durumda Ankara'da Önder'in yanına gittim ve onlarda kaldım. Cuma günü de geri döndüm ve nizamiyenin içinde geçirdim hafta sonu gecelerini. 1 hafta sonra öğrendik ki Merkez komutanlığı herkesin Polatlı'da kalacağını beyan ettiği otellere baskınlar yapmış. Otellerde kalmayan 65 kadar kişinin ismini almış ve bölük komutanlığına vermiş. Bu durumun sonucunda da bu 65 kişiden savunmaları istendi. Kimseye de ceza verilmeyeceği söylendi. Büyük çoğunluk savunmasına "daha önce yer ayırttığım otelde boş yer kalmadığından; başka bir otelde kaldık/memleketimize gittik" gibi şeyler yazdı. Ben ise olanı aynen yazdım: Anneannem yemin töreninden iki gün önce hastaneye kaldırıldığı için, daha önce planladığımız şekilde Polatlı'da kalamadık. Ailem yemin töreninden sonra memlekete döndü ve ben de Ankara'da arkadaşımda kaldım." Bu savunmama cevap olarak ailemle birlikte kalmadığım için 1 hafta sonu çarşı iznine çıkamama cezası verildi şahsıma. Suçu işleyen 65 kişi, kimin ne yaptığı belli, ama kağıda yazılan savunmaya göre verilen ceza farklı. Ben de herkes gibi yalan yanlış yazsam bir sorun olmayacak, ceza filan da almayacaktım. Komutan beni gördüğünde "ne yaptın olm sen" dedi. "Tekrar yazdırsanız aynı şeyi yazarım komutanım" dedim, güldü komutan, "Laz mısın olm sen, kendimden biliyorum, öylesin tabi" dedi, komutanımız da Trabzonlu, çok da iyi bi' insan. Burada ceza verilmesinde şahıslarla alakalı bir yanlışlık yok zaten, sistemle alakalı bir sorun var.

Tüm bölük adımı öğrendi bu durum sayesinde. Yaptığım şey, yani yazdığım savunma çoğu kişiye göre mallıktı, öyle yazılır mıydı, ceza verirlerdi tabi öyle yazarsam. Siz de mal diyebilirsiniz, zira ben de kendime sıkça bu sıfatı yakıştırıyorum, bu yaşadığımda değilse de. Neyse.. Hayatımda ilk kez böyle kalabalık bir ortamda, oluşan bir durumda tek başıma kaldım. Koca okullarda, dersanelerde, ne 1.liğim olmuştu, ne tek başıma aldığım bir ceza, öne çıktığım herhangi bir şey. Bu hissiyatı yaşamam açısından da tatmin ediciydi. Zaten dışarıya çıkamamak ceza değildi ki benim için aslında, 7 yıllık üniversite hayatımın büyük kısmı evin içinde geçmişti, asosyalliğin dibine vurmuş bi adamdım. Gençlerin üniversitede okuduğu yıllarda; "Ben özgürüm, sadece özgür!" modunda takıldığı zamanlarda, ben evden dışarıya sadece markete gitmek amacıyla çıkıyordum bazı 10 günlük periyotlarda. Benim özgürlüğüm evde camış gibi, fütursuzca uyumak, uyumasam bile amaçsızca yatmaktı, ultra rahat, tek başıma yattığım çift kişilik yatağımda. Uyumaktan arta kalan zamanları da bilgisayar meşgul ediyordu işte, klasik.. İşte bu yüzden çarşı iznine çıkmama cezasını ceza olarak görmüyordum, rahat rahat yatar uyurum diye düşünüyordum, hafta içi sabahın 6'sında NTV bile güne başlamamışken(meraklısına not: NTV'nin güne başlarken isimli programı sabah 7'de başlıyo) biz yatak toplayıp, kahvaltıya doğru yola çıkıyorduk. Neyse işte askerde en çok özlediğim şeylerden birisi de 10 küsür saat boyunca uyumak, uyumasam bile yatakta amaçsızca yatmaktı. Ama öyle olmadı. Cezanın ilk günü olan Cumartesi günü saat 12'de uyandırdılar ve nöbetçi subayın yanına gitmem gerektiğini söylediler. Cezalı olduğum için ve içerde olduğumu görmesi için 2 saatte bir yanına gidip gözükmem gerekiyormuş kendisine. Aslında saat başı gitmem lazımmış da "2 saatte bir gel sen" dedi, hayırsever teğmen. Bi' de eşofmanlarla değil, askeri kıyafetleri giyip gitmem gerekiyormuş yanına. Neyse 2 saatte bir akşam 8'e kadar gidip gözüktüm yanına. 8'de gittiğimde "tamam artık gelme" dedi. Yalvardım, "nolur komutanım, sabaha kadar 2 saatte bir gelmeye devam edeyim, çok sevdim ben size görünmeyi" dedim, ikna edemedim.İlk gün böyle biterken anlaşıldı ki, ceza dışarı çıkamamak değil, saat başı komutana gözükmekmiş. Ama asıl ceza bu da değilmiş. Pazar günü gösterdi kendini asıl ceza. En azından saat 12'ye kadar uyumayı umarken, 10:30'da uyandırdılar bu kez. Günün nöbetçi subayı 2 saatte bir yanına çağırmaktansa, sürekli yakınında tutmayı tercih etti beni. "Gelsin gözümün önünde dursun, burada etüd yapsın, ders çalışsın" demiş. "Gözünü sevdiğimin komutanı" dedim uyandıran arkadaşa. Bir önceki yazıda derslerden, sınavlardan bahsetmiştim. O derslerden birine çalışmam için çağırılmıştım oraya. Yarın harita okuma dersinden sınav var. Sanki harita uzmanı olcam amk, alim olcam sanki, çalışmadım. Oturdum 2 yıldır kitap okumayan-okuyamayan(birkaç denemem oldu fakat 100. sayfa civarında kalmıştı) ben sonunda kararlı bir şekilde Kurtlar İmparatorluğunu okudum, kitap çoktan yarılandı ve sonunu görcem bu kez. Bu satırları da nöbetçi subayın ders çalışmam için getirttiği yan odasında yazdım, kitap okumaktan sıkılınca.

15.01.2012

Askerlik #4 Tövbe

4 yıllık lisans bölümünü 7 yılda bitirebilen biri olan bana arada bir "yüksek lisans düşünüyo musun" diye soran densizler oluyordu. Onlara cevabım "ben bi' daha okulun önünden geçmem", puanım ise sıfırdı, dohuz veremezdim kankam değillerdi. Zaten kanka denilen şey ne boktan şey lan. İnsanlar daha tanıştıkları gün diyolar bunu birbirlerine. Ganga, kanki, kankeyta şeklinde yöreden yöreye değişiyor söylenme şekilleri. Bu kısa "kanka" analizinin ardından devam edeyim. Ben o densizlere "bi' daha okulun önünden geçmem" cevabını verdim, büyük konuştum ya, başıma geleceklerin davetiyesini de kendim çıkardım. Daha önce üniversiteyle alakalı olan büyük konuşma maceramı ve sonuçlarını yazmıştım, yeterince ders almamışım demek ki. Askerlik için gideceğim yerin sonuçları açıklandı, baktım; "Topçu ve Füze Okulu" yazıyo, Topçu Asteğmen olacaksın diyo. Ama ilk başta o kadar fazla da önemsemedim. "Ne de olsa askerlik lan bu, ne kadar okul olabilir" moduna soktum kendimi. Yedek subay yani asteğmen olarak yapacağımı hesaba katmadan girdim o moda. Medyanımı alıyolar şimdi burda. D ile Y'nin yerini yanlış yazdım sanmayın lan. Meydan değil, medyan. Bu mal da kendince kelime oyunu yapıyo diye düşündüğünüzü duyar gibiyim sevgili siviller. Neyse o girdiğim mod yemin törenine kadar geçerliydi. Yemin törenine kadar olan 18 günlük sürecin ilk 10 gününde ağzımıza sıçtılar tabiri caizse. Yemin töreninden birkaç gün önce bir söylenti çıktı ortaya. Söylenti demişken sanki fısıltı gazetesinde çalışıyoruz amk. Sürekli biri bir şeyler duyuyo ya da uyduruyo. 2 gün o söylentiyle geçiyo muhabbetler. O söylenti uydurulmuşsa uyduran bile inanıyo bi' süre sonra söylediğine. Her boku biliyo geçinen tipler herkesi aydınlatma görevi üstlenip kendi aralarında çelişiyolar, tartışıyolar filan. Hiç sevmiyorum bu tip çocukları ya. Konuyu yine piç ettiğimin farkındayım, törenden önce çıkan söylenti; "törenden sonra rahatlıcaz, derslere girip çıkcaz neredeyse normal öğrenciler gibi" şeklindeydi. Bu söylenti doğru çıktı. Derslere girip çıkmaya başladık, ama günde 8 saat. Günde 8 saat ders mi olur lan? En son lisede girmişimdir belki 8 saat derse o da şüpheli. Bi' de bazı dersler uygulamalı ders ve dışarıda işleniyo. 2012'nin Ankara'sında, Polatlı'nın göbeğinde -15-20 derece soğukta, 8 saat boyunca ayakta dikilerek ders gördüğümüz oldu. Derslerin arasındaki 10 dakikalık istirahatlerde, kendini ısıtamayan ufacık kaloriferlerle 10 kişi ısınmaya çalışıyoduk. Tüm bunların üstüne bi de sabah 6:50 ile 7:20 ve akşam 19:30 ile 20:10 arasında serbest çalışma adını verdikleri, katılmanın zorunlu olduğu etüdler var. Bu mu lan rahat? Ben üniversitedeyken her gün 8 saat derse girseydim, bilim adamı olurdum, alim olurdum. Burda devamsızlık yapma hakkı da yok. Ders olan yerde sınav da oluyor haliyle. 2 gün sonra ilk sınavımıza gircez buradaki. Herkes çalışma salonunda oturmuş ders çalışırken, ben bu satırları yazıyordum 3-5 kişinin okuyacağı.

14.01.2012

Şimdi burada birkaç da fotoğrafımı paylaşmak isterdim şunun gibi;

ya da şunun gibi;

Şaka lan şaka, ne isticem.

O değil de, senelerdir topçu olmak vardı diyip durduk arkadaşlarla. Topçu oldum evet ama, kastettiğim topçuluk bu değildi lan!

Şubat sonuna kadar Ankara Polatlı'dayım. Sonrasında gideceğimiz yer için kura çekicez, yine Göteborg'la eşleşmesek bari.

Son olarak; "bana asgari ücret versinler, ömür boyu öğrenci olurum, hatta öğrencilikten emekli bile olurum" demiştim daha üniversite bitmemişken. Sessiz ve sadece kendi çevremdeki insanlara söylemiştim ama birilerinin kulağına gitmiş ve ciddiye almışlar galiba.

Askerlik #3 Nefret

Arada bir dünyevi zevklere kaptırıyorum kendimi. Film izliyorum, futbol oynuyorum filan. Sonra geçiyo. Sonra geliyoruz kürkçü dükkanımıza. İnsan öldürmeyi öğretmeye çalışıyorlar bize. Başka yerlerde, başka insanlara beni öldürebilmesi için bir şeyler öğretiyorlar. Tüm bunları düşününce ben yine yaşamak istemiyorum. Bize bunları öğretirken övünüyorlar bazen, yaptıkları (sağdan soldan kopyalayarak) silahlarla. Şu kadar km menzilli, bu kadar alanda etkili diye. Bu silahlara harcanan paralardan bahsediyorlar. O paralar aç insanlara yardım için kullanılsa, insanların eğitimi için kullanılsa, o silahlara hiç ihtiyaç duyulmasa. En azından bir dünya hayal etseydim buna benzer bir hayal olurdu sanırım.Ama insana ve insanlık tarihine bakınca da böyle bir dünyanın olmadığını ve olamayacağını da biliyorum. İlla ki rahatsız birileri çıkıyor ve oluyor savaşlar. Bunlar olunca da orduların varlığı da kaçınılmaz oluyor.

Ben bir savaşın ortasında kalsam ve ölecek ya da öldürecek pozisyonda kalsam öldüren olamam kesinlikle. Dünyayı, ülkeleri yönetenlerin bilmediğimiz çıkarları uğruna, insanların birbirini öldürmesini de anlayamıyorum. Bir insanın eline zorla silah verilmesini, askerlik yapması için hayatından 15 ay çalınmasını (uzun dönem erler), vatani görev, kutsal görev adıyla o insanlara tuvaletlerin, yerlerin temizlettirilmesini anlayamıyorum. Aslında anlaşılmayacak bir şey yok, bedava iş gücü, anlayamadığım bu zihniyet.

İşte tüm bu anlattıklarımı düşünüyorum ara sıra, canım sıkılıyor, daralıyorum. Tarih boyunca savaşları çıkaranlara sayıp sövüyorum. - 25 derecede yapılan eğitimlerde; insanların savaşmak için çektiği eziyetleri bizzat yaşadığımda, insanlığın ne MAL olduğunu anlıyorum bir kez daha. Yaşadığım bu dünyayı hiç sevmiyorum. Yaşamaktan genel olarak hiç keyif almıyorum, sadece günler geçiyor. Buradaki arkadaşların "bu askerlik bitmez" isyanları arasında içimden hep "biter, bu da biter, her şey biter,, bu dünyada bitmeyen bir şey yok" diyorum. Şimdilik içerisindeki bu anlayışa çok zıt düştüğüm bu günlerin bitmesini bekliyorum.

İnsandan örülmüş duvarlar içindeyim.

09.01.2012

Askerlik #2 Başlangıç

Teslim olmamla beraber, tamamen farklı bir dünyaya girmiş olmanın verdiği yabancılık hissi, çekingenlik vardı. Kamuflajları almaya gittiğimizde üniversitede aynı bölümde bir üst dönemim olan arkadaşımı gördüm. Ben 7 yılda bitirmiştim ya, o 8 yılda bitirdi, aynı senede bitirdik yani. Bitirdiğimiz kesinleştikten sonra da helalleşmiştik, ama hayat bu ve tesadüflerin ne zaman ne yapacağı belli olmuyor işte. Askerliğimiz aynı yere çıkmıştı, aynı bölükteydik ve üstüne üstlük aynı koğuşa da düşmüştük.

2 haftalık askerliğin yarısı beklemekle geçti heralde. Kıyafet alırken bekle, fotoğraf çektirirken bekle, yemek sırasında bekle, revire kontrole git bekle, içtimada bekle- günde 4-5 tane içtima oluyordu heralde bu 2 haftalık süreçte, nasıl bir çileydi-. 2 haftada 100 küsür tane imza atmışızdır önümüze konan kağıtlara. Kimisi de okuyup imzalama derdine düşmüş. Sanki imzalamama gibi bi' hakkı varmış gibi?! Arada bir okunan talimnamelerde yasaklardan bahsediliyor. İlk 3-4 cümleyi dinledikten sonra; "sıçmak da yassak mı gurban diyesi" geliyor insanın.

Askerlikle alakalı herkesin söylediği ortak şeylerden ilkidir heralde "askerde mantık yok" klişesi. Askerde madem mantık yok, daha kolay geçmesi için hiçbir şeyde mantık aramayacaksın ve hiçbir şeyi sorgulamayacaksın bu neden böyle diye. Ki aslında bazı şeylerin de mantığı var kendi içinde bakınca. O kadar kişiyi bir arada disipline sokmak için yapılan bazı şeyleri anlayabiliyosun. Bu dediğime inandım mı ben de bilmiyorum. Askere gelmeden önce en çok askerdeki şekilci davranışlar nedeniyle çekincelerim vardı. Askerlik şubesine gittiğimde şube başkanına çay götüren askerin odaya girerken ve çıkarken her defasında hazır ola geçip selam vermesi, sürekli herkese komutanım demek filan. Benim hiç gelemediğim türde şeyler bunlar. Ama bir süre sonra mecburen yapıyosun ve uyum sağlıyosun. Çok esnek yaratıklarmışız bunu anladım.

Mantıktan bir haber yok yine bana.

Arada bir kendimi La Vita é Bella filmindeki gibi düşünüyorum. Bunların hepsi bir oyun! Askerdeyken aklıma takım dendiğinde; TS,GS,FB veya BJK değil kaçıncı takımda olduğum, manga dendiğinde ise; japon çizgi romanları ya da müzik grubu değil kaçıncı mangada olduğum geliyor.

En çok özlediklerim; yalnız kalmak, müzik dinlemek, film izlemek, doya doya uyumak. Özellikle topçu marşından gına geldi. Yemin töreninde söylemek için ezberledik, millet gaza geldi, sabah akşam marşı söylüyo. Tam dilime sevdiğim bi şarkıyı dolamış oluyorum, pat yine topçu marşı. Sabah akşam beynimde topçu marşı çaldı 18 gün boyunca.

Ben askere gelirken; biraz kafamı dinlerim, askerlik sonrası ne yapacağım konusuna ağırlık veririm filan diyodum ama, burda insan kendisiyle başbaşa kalıp da düşünemiyor hiçbir şey kolay kolay. Hatta bildiğim şeyleri unutuyorum bazen. Garip bi kafa.


26.12.2011

Lan o bu değil de ben 40 gündür filan her sabah yatağımı topluyorum burada. 25 yıllık yaşamımda 10 kez yapmadığım ve askerlikten sonra -kaç yıl yaşarsam artık- 10 kez daha yapmayacağım şey.

Askerlik #1 Veda

Askere gelmeden önce evdeki son gecemde sanki bir daha o eve geri dönemeyecekmiş gibi hissediyordum. Biliyorum saçma ama öyleydi. O son geceyi hiç uyumadan geçirdim. Saatler ilerledikçe eve dönemeyecekmişim hissi daha da yoğunlaştı. Bir nevi idam saati belli olan bir mahkumun son saatlerini yaşaması gibi. Onlarca kişiden askerlikle alakalı duyduğum yüzlerce farklı şeyin etkisiydi bu heralde. Biraz da benim ara sıra gelen bohemlerin sonucu. En biraz da, sağlık durumu son aylarda kötüye giden anneannemin elini öperek veda ederken " ben belki bi daha göremem oğlum seni" demesinin etkisiydi. Birçok şey mideme bıçak gibi saplandı o son gece. Annem ve kardeşlerimle yaptığım o son kahvaltıda tek bir lokma yiyemedim.

Evden çıkıp otogara gitmek için servis beklerken, annemin kendini daha fazla tutamayıp ağlaması ikinci darbeydi. Annemin saklamaya çalıştığı gözyaşları, benim içimi yakıyordu. Hayatımda ilk kez bir yere yolculuğa çıkarken peşimden ağlayan kişiyle beraber ağladım ben de; "n'olur ağlama annem" derken hıçkırıkların arasında.

O son gecede ve sabahta şunu bir kez daha kesin olarak anlar insan: Annenin bir damla gözyaşının akmaması için bile yaşamalısın bu dünyada. Ve annenin ağlamasını engellemelisin hep. İnsan kendinden defalarca ümidi kesmişken, vazgeçmişken kendinden, bir sürü yanlış yapmışken bile annesi sonuna kadar güvenir, inanır evladına. Sen ne yaparsan yap,herşeyden vazgeçmiş ol, o senden yine de vazgeçmez.

26.12.2011