Okumadan Geçme

Facebook

30 Kasım 2010 Salı

Eften Püften Başarılar #1

Bugünkü sınavım English for Business and Industries adlı dersimizin vizesiydi. Dün akşam aradım taradım geçen yıl kalmış olduğum bu dersin notlarını bulamadım. Sonra sınav saatine baktım. 15:00'te sınav. Ohhooo dedim tamam sabah kalkar giderim, notu alır çalışırım. 12'ye doğru kalktım çıktım evden. Kalemimi almayı unutmuşum yanıma. Okulda arkadaşlara rastladım, ders notu yalan oldu tabi. Sınava yarım saat kala dersi alan uzatmalı arkadaşlardan biri rapor alacağını sınava girmeyeceğini söyledi. Notu vardı onun yanında istedim. Açmadım, çalışmadım ama notları bu şekilde edinmiş oldum. Kalemim yoktu, arkadaşlarda da kalem yoktu, bir de sözlüğe ihtiyacım vardı malum İngilizce sınavı. Çeviri filan soruyorlar. Sınava 5 dakika kala bahçeden okula geçtim, kalemi fotokopiden alıp, bölümün katına çıktım. 3-4 tane hocaya sorduktan sonra sınava 1 dakika kala sözlüğü de buldum. Eften püften başarılarıma bir yenisini daha ekledim. Ama bu size aktardığım ilki.

Bir Zamanlar

Cats In Practice - Bir Zamanlar eşliğinde okuyunuz.

Bir zamanlar yaşadığımız güzel anlar vardı. O anlar anılar olarak yer etti zihnimizde. deepblueeagle göndermiş bunun hakkında yazmam için. Konu tam olarak şöyle; "Şimdi sizden anılarınızla, anılarınızın değeriyle ve onları yüklediğiniz eşyalarla ilgili bir yazı yazmanızı istiyorum."

İyi ya da kötü olsun anılar değerlidir bence. Bizlere bir şeyler katmıştır hepsi. Her yaşanılandan bir şeyler almışızdır, bu sayede de büyüyoruz zaten. Yaşayarak ve öğrenerek büyüyoruz. Önemli olan ilerde bir gün geçmişi düşünürken, anıları hatırladığınızda size ne kattığıdır, neler hissettirdiğidir ve hala aynı şeyleri hissettirebiliyor olmasıdır. 10 yaşında var yokum. Uzungöl'de futbol oynamıştık oraya bizim gibi gezmeye gelen kişilerle. Adamlar benim için "bi yerde oynuyo mu altyapıda filan" diye sormuşlardı. Bu güzel hatırlayacağım bir anıydı. Şimdi bunu arkadaşlarıma anlatırken "ulan futbolcu olabilirmişim işte bak o yaştayken sormuşlar bana hey gidi" diye iç geçiriyorum.

5. sınıfta dersanedeyken olan bir anı var bir de.(Evet 8 yıllık ilköğretime geçilmeden önceki son nesildenim). Ben o zamana kadar baya cırcır konuşan, sürekli sorular soran bir çocuktum. Öğretmenim de Hasan'ı susturamıyoruz derslerde dermiş anneme toplantılarda. Neyse dersanedeydik dedim ya, orada bir çocuk vardı yeni tanıştığım, benim muhabirvari sorularımdan sıkılmış olacak ki "sen ne kadar çok soru soruyorsun ya?" demişti bana. Benim şimdiki, yeni tanıştığım kişilere karşı sessiz, ilk başlarda fazla soru sormayan yapımda bu anının da etkisi var. Hani psikologlar çocukluğuna inerler ya insanın. Bu da o hesap, ben bedavaya indim çocukluğuma. Bu da aslında kötü bir anı gibi gözükebilir bazılarına. Ama çok konuşup, boş konuşan ve kafa açan çok insan tanıdım. Belki bu gerçekleşmemiş olsa ben de onlardan olacaktım. Olmazdım diye düşünüyorum ama yine de çok fazla konuşmayı sevmiyorum. Gerekmedikçe, ihtiyaç duymadıkça. Ben böyle diyorum ya sessizim, fazla konuşmuyorum filan. Siz de beni hiç konuşmayan biri zannedeceksiniz. Arkadaşlarımın yanında gayet şakıyorum yahu yanlış anlama olmasın.

Gelelim eşyalara. Bununla alakalı da iki anı. Birincisi; 17 Ağustos ve 12 Kasım depremlerinde üzerimde o zamanlar yeni almış olduğum Bayern Münih forması vardı. Lanetli forma, lanetli takım!



Bir diğeri ise bu sene Mayıs civarında 2 ay İş Etüdü görevlisi olarak çalıştığım fabrikada giydiğim önlük. Önder'le beraber Yaşar Usta olmuştuk o dönemde giydiğimiz önlüklerle. İşçilere her yerde değer verilmesini istiyorum. Yaşar Usta'yı seviyorum. İşten ayrılırken de önlüğün bende kalmasını istedim kendisine bağlı çalıştığım Mühendisten. O da kırmadı sağolsun. Ömrümün sonuna kadar saklayacağım bu önlüğü.

Eşyadan da araca atlıyım. Orada çalışırken yine, forkliftle yolların kralıydık be!



Bu konu hakkında yazmasını istediklerim ise;
Şirö
Macchu Pichu Kaymakamı
crazywomenrosemary
imgelemge*

29 Kasım 2010 Pazartesi

Babamın Ardından #2


Başlamışken bunları da yazayım. İlerde bir daha girmemeye çalışırım bu konuya.

Evet hep bir yanım eksik. Çok özlüyorum. Bazen onun yanına gitmeyi isteyecek kadar çok özlüyorum. Bazen dışarda bir yerlerdeyken gördüğüm 40-50 yaş civarındaki adamlar beni inceliyormuş gibi görünüyorlar gözüme. Hani güzel gözlerle bakan adamlar olur, umutla bakarlar size, öyle. Acaba diyorum bu babam olabilir mi? Beni gözlemlemeye, görmeye gelmiş olabilir mi başka birinin görünümünde?

Rüyalarımda görüyorum bazen. Bir keresinde babam oturuyorken kucağına yatmışım ben de. Evde birileri var sohbet ediyorlar. Sohbet arasında başımı okşayıp "ee sen nasılsın oğlum" diyor rüyamda. O kadar mutlu oluyorum ki o an. O anı yaşayabilmek için neler neler feda edilir.

Hep bir yanım eksik. Babasıyla arası çok iyi olan, babasıyla arkadaş gibi olanlara çok özenirdim eskiden beri. Ben babamdan para istemeye çekinirdim. Hep anneme söylerdim, annem de "babana söylesene oğlum niye çekiniyosun, korkuyosun. Baban öyle sert biri değil ki" derdi. Sonra annem gider babama söylerdi ya da ben kısık bir sesle söylerdim, babam da "niye sen söylemiyosun oğlum" derdi. Hafif bir tebessüm olurdu yüzümde buna karşılık, bir de dudaklarımda "bilmiyorum ki" diyen bir ifade. Otoritenin sağladığı bir şeydi bu da sanırım.

Babamla herhangi bir şey hakkında, herşey hakkında şöyle uzun uzun sohbetlerim olamadı. Ben de babam gibiyim. Sessizliğim, sakin oluşum babamdan bana miras kalanlar. Hep ilerde bir gün o muhabbetleri yapacağımızı düşünürdüm. Şimdi bunun eksikliğini hissediyor oluşum ve bir daha böyle bir imkanımın olamayışı..

En küçük kardeşim 10 yaşında. 20'sine geldiğinde belki de hayal meyal hatırlıyor olacak babamın simasını. Kardeşimin 10 yıl sonraki halini yaşamış olan bir arkadaşım vardı. Bir gün bunlardan bahsederken söylemişti bana, fotoğraflar olmasa hatırlayamayacağım diye. Hayatınızda unutamayacağınız bazı anlar vardır. Bu da onlardan biriydi işte. Kardeşimin, kardeşlerimin ve annemin durumu, bir de bu durumlara onların yerindeymişim gibi bakışım olayın bir başka boyutu. Kendi yaşadığım acının, pişmanlığın yanında bir de onların olduğu durumların verdiği acı. Bunlara karşılık olarak benim yapmam gereken bir çok şey varken bunların altında ezilişim, hiçbir şey yapamayışım. Her şeyi erteleyişim.

Eskiden babası, annesi veya yakını ölmüş olan birisinin o durumunu ilk öğrendiğim anlarda bocalardım, ne diyeceğimi bilemezdim, ellerim titrerdi. Şimdi bunu okurken bunları yaşayanlarınız oluyor biliyorum. Benim o zamanlar da yaşadıklarımı yaşayanlarınız. Her ne derseniz diyin karşınızdaki insana, bir çoğunuzun yorumlarda ifade ettiği gibi diyecek çok da fazla bir şey yok gibi geliyor. Ama bir şeyler söylemek de bazen yalnız olunmadığını hissettiriyor insana.

Sizler benim gibi yaşamayın bunları, benim gibi hissetmeyin. Eğer ilişkileri iyi olmayanlarınız varsa bir şeyler yapmak için çabalayın hala geç olmadan. Muhakkak bir yolu vardır bunu yapabilmenin. Böylesine bir pişmanlıkla yaşamak tahmin edemeyeceğiniz kadar zor ve kötü. Yaşayan bilebilir sadece. Pişmanlık duyduğum çok şey olmuştur belki hayatımda. Ama bu, diğer tüm pişmanlıkların hepsinin toplamından daha fazla. Tekrar ediyorum kimse böyle yaşamasın, benzer şekilde olanları görmek, duymak çok üzer beni. Ölüm bu elbette yaşayacağız, kimimiz, gidenlerin arkasından üzülecek, kimimiz gittiği için geride bıraktıklarını üzecek. Ama böylesi..

Ne dersiniz kardeşim 10 yıl sonra hatırlayabilecek mi babamın simasını?

Bu hayat bu kadar düşünmeye değer mi?

28 Kasım 2010 Pazar

Babamın Ardından

3 yıl öncesinde yazmıştım bunları. Aynen yazdığım şekilde aktarıyorum buraya. O günden bugüne bir mesafe aldığım söylenemez. İçimdeki acı hiç azalmıyor. Bu yazdıklarımı okumaya bile cesaret edemiyordum 1-2 senedir nerdeyse. Bu yazıyı buraya neden eklediğime gelirsek; Bunu bugüne kadar çok az kişi okumuştu. Çok çok az. Bir arkadaşımın babasıyla ilgili yazdıklarını okudum bu sabah. O durumda olanların bir kez daha fırsatları varken ellerinden geleni yapabilmeleri gerekli. Kıymetini bilmeleri gerekli. Lütfen oturun bir kez daha düşünün, ilişkileriniz her nasılsa annenizle, babanızla. Ben her gün bu acıyla yaşamaya çalışıyorum. Bir kez olsun nasihat, musibetten daha faydalı olsun isterim hepinizin adına.

İşte o yazı.



İlk rahatsızlık zamanları midesinde yara var olarak biliyordum. Sonra o yara yüzünden ameliyat olması gerektiğini öğrendim. Ameliyat sebebini daha kolay atlatabileceğini söyleyerek geçiştirdiler o zamanlarda. Ameliyatına apar topar çağrıldım İstanbul'a. Ama nasıl bir adamım ki durumun ciddi olacağını hiç düşünmedim. Hiçbir rahatsızlığı yoktu ki babamın, nerden çıkmıştı bir anda bu?

Ameliyatın olacağı günden önceki gece amcamlarda kalırken amcam, eniştem ya da yengem bir laf etti. İlk orada yandı içim durumu hala bilmememe rağmen. Laf şuydu: bundan sonra çalışmazsa en fazla 1–2 yıl yaşar. Duyduğum an delirdim ama sesimi çıkaramadım, inanamadım başka birinden bahsediyorlardır herhalde dedim. Oğlunun yanında bunları söylemezler dedim. Söylemişler maalesef hem de fazla bile söylemişler. Dedikleri kadar yaşabilseydi babam… Sabaha kadar uyku tutmadı. En yakın arkadaşıma senin baban için bundan sonra çalışmazsa en fazla 1–2 yıl yaşar deseler o kişilere ne yapardın diye mesaj gönderdim. Sonra cevabını görmek istemediğimden telefonu kapattım dayanamadım. Oradaki herkese bağırıp çağırmak istedim, tek kelime edemedim.

Bir başkası da şunu demiş kaybettikten sonra öğrendim: bu adamı ameliyat ettiler ama bu adam yaşamaz.

Ameliyat günü geldi çattı. Ameliyata girdi babam ve 5 saat sonra bitti ameliyat. Ameliyattan sonra midesinin ve dalağının alındığını söylediler. Yine uyanamadım hala basit bir mide ameliyatı olduğunu sanıyordum. Öyle diyorlardı pek saygıdeğer büyüklerimiz merak edecek bir şey yok diyorlardı. (Ama arkasından konuşurken ne kadar da rahat konuştular.)

Hastanede sıkıldığımdan İstanbul’daki arkadaşlarımın yanına gittim. Hastanede durup da ne yapacaktım diye düşünerek. Nasılsa pek önemli olmayan bir şeydi ya. Öyle dediler ya, öyle sanıyorum ya…

Birkaç gün sonra da Düzce’ye döndük. Babam da yavaş yavaş kendini toparlamaya başladı. Kalkıp yürüyebiliyordu artık, iyileşmişti yani.

Okulun 2. dönemi başladı ve yeniden Kayseri’ye gittim. İlaç tedavisi için İstanbul’a gideceklerini söylemişti annem. O zaman bile uyanamadım durumun ciddi olduğuna. (İlaç tedavisi işte kemoterapi.)

Yaklaşık bir ay sonra da amcamla konuşurken kemoterapi olduğunu kaçırdı ağzından. Kaçırmasa daha çok uzun zaman bilmeden geçecekti günler. Evet, kanserdi babam mide kanseri aynı babası gibi, yani dedem gibi. Annem da bilmiyormuş, İstanbul’a gidip hastanede kemoterapi lafını duyana kadar kanser olduğunu. İnsan başına gelmeden anlayamıyor işte. Biraz da yakıştıramıyor. Öğrendikten sonra ilk fırsatta gittim Düzce’ye babamın yanına moral olması için. (Moral kanserin en büyük ilacı diyorlar ya. O seni götürmeye kararlı olduktan sonra moralin de önemi kalmıyor. Sadece moralle olsaydı babam 10 kez yenerdi kanseri.)

Durumunu soruyordum korkarak, hep iyi olduğunu testlerin çok iyi olduğunu söylüyorlardı. Zaten ameliyatta tamamen temizlediler, yeniden ortaya çıkmasın diye de ilaç tedavisi uyguluyorlar diyorlardı. 6 ay sonra tamamen atlatacak diyorlardı. Evet, 6 ay sonra tam 6 ay sonra göç etti. Onlar da doktorların yalancısıydı aslında. Çok ümitli değillerdi belki ama doktorlar öyle dedikçe onlar da ümitleniyordu. Bense kesinlikle iyileşeceğini sanıyordum.

Genel olarak babamla çok fazla konuşan birisi değildim. Babam da fazla konuşan birisi değildi. Ben de ona çekmişim herhalde sessiz bir yapım var çok. Hastalığından sonra babamın yanına gittiğim zamanlarda bile çok fazla konuşmadık babamla. Düzce’ye gittiğim de vaktimin bir kısmını gündüzleri arkadaşlarımla geçiriyordum. Akşam olunca da biraz babamın yanında durup bilgisayarın başına gidiyordum. Ve bir keresinde annem “gel oğlum babanın yanında otur biraz sonra ararsın da bulamazsın babanı” dedi. Der demez ağlamaya başladı kaçtı. Ben de çok kötü oldum o gece. Ama ölümü hiç yakıştıramadım genç yaştaki babama. Hiçbir şey olmayacak diye ümit ve dua ettim hep.

Derken Haziran geldi. Babamın radyoterapi tedavi süreci zamanı geldi. Bu tedavi de bittiğinde bitecekti, kurtulacaktı atlatacaktı hastalığı. Öyle biliyorduk hep. Ben de bu sürecin başlangıcında okulun bitmesiyle beraber İstanbul’a gittim. Sapasağlam dimdik ayaktaydı babam bir rahatsızlığı yokmuş gibi. Hatta birkaç akşam beraber gezmeye gittik İstanbul’un güzel manzaralı yerlerine.

Babamın yanında 4-5 gün kaldıktan sonra Kayseri’ye staj yapmak için geri döndüm. Stajın dışında yaz okuluna da gidecektim bu yaz.. Yaz okulunun başlayacağı sabah amcamdan bir telefon geldi. Amcam babanın durumu ağırlaştı Düzce’ye fakülte hastanesine götürüyoruz dedi. Kendimi kaybettim soramadım neden İstanbul’dan Düzce’ye götürüyorsunuz ki diyemedim. Apar topar çıktım evden hayatımın en zor yolculuğunu yaptım. Düşününce Düzce’ye gelmesinin 2 nedeni var ya kaybettim, ya da ümidi kestiler geri gönderdiler dedim. En azından 2. ihtimalin olmasını istedim. Son 1 kez görebilmek için. İyi ihtimale bakar mısınız; iyi ihtimal son bir kez görebilmek… Ama olmadı son bir kez göremedim babamı hayattayken. Cansız yüzünü görebildim sadece, yüzünde hafif bir gülümsemeyle veda etmiş. Belki de tek tesellim son gülümseyişini görmek oldu.


Ve artık geriye fotoğraflar kaldı. Onlara bakıp ağlamak, bakıp inanamamak kaldı geriye.


Ve son söz;

Harcanmış zamanlar geri gelmiyor. Babamı görmeye gittiğimde bilgisayar başında harcadığım zamanlar geri gelmiyor. Ve artık böyle harcayabilecek zamanım yok. Çünkü babam yok artık.


Eski günlerden çaldığın o anı düşlerken, solmuş resimlerde cansız yüzleri izlerken

Ağla

Wasted moments won’t return and we will never feel again.

One Last Goodbye

29.09.2007 - Hasan Ayvenli

26 Kasım 2010 Cuma

Eksper #2

Beklenen oldu eksper'lik işim sona erdi, ekseksper oldum. Şimdi eks(x) üzerinden espri yapmanın tam zamanı!

Sordum Sarı Çiçeğe


Bu mim olayının kaynağını araştırayım diye uğraştım. Kim çıkarıyo bu mimleri kim kim kim? 20-30 civarında blog gezdim. Yok arkadaş ulaşamadım. Vay arkadaş!

Gamze ve springoss sen bi cevap veriver bunlara dediler geldim. Ulvi bir insan olarak cevaplıyorum.

1.En sevdiğiniz kelime:
Dönem dönem değişir bu kelime. Bu aralar; "Gahroldum". Hoşunuza gitmeyen birşey olduğunda Gah kısmını kabaca yumuşatmadan söyleyin. Çok eğlendiriyor.

2.Nefret ettiğiniz kelime:
Para.

3.Ne sizi heyecanlandırır.
Arkamdan bir köpeğin koşturması.

4.Heyecanınızı ne öldürür:
Köpeğin peşimi bırakması.

5. En sevdiğiniz ses
Tulum sesi.

6..Nefret ettiğiniz ses:
Yaprak Dökümündeki Hayriye Hanım'ın sesi.

7.Hangi mesleği yapmak istemezsiniz:
Satış&Pazarlama. Yalaka ibneler!

8.Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz:
Horon oynayabilme yeteneğimin olmasını çok isterdim.

9.Kendiniz olmak istemeseydiniz kim olmak isterdiniz:
Kendim olmayı çok isterdim. İlla da biri olacaksam,; 20'li yaşlarda Fatih Tekke, 30'lu yaşlarda Deniz Yılmaz, 40'lı yaşlarda Guy Ritchie.

10.Nerde yaşamak isterdiniz;
Yer adı vereceksek Barcelona diyim buna. Denize kıyısı bulunan herhangi bir yer de olabilir.

11.En önemli kusurunuz:
Harika yaptığım pilava tuz atmayı unutmak. Daha bir kere unuttum ama çok önemli bir kusur.

12.Size en fazla keyif veren kötü huylarınız:
Hiç çalışmadığım dersi geçmek. Acaip haz veriyor. 2-3 alışta geçiyorum ama tarif edilemez bir keyfi var.

13.Kahramanınız kim:
Alexander Supertramp

14.En çok kullandığınız kötü kelime:
Boş yere sövdürmeyin beni işte. PES'le alakalı yazıda yazdık bunları.

15.Şu anki ruh haliniz:
Geniş

16.Hayat felsefenizi hangi slogan özetler:
Her yaşanılanın bir nedeni var.

17.Mutluluk rüyanız:
İstediğim yerde, istediğim insanlarla beraber olabilmek. İstediğim anda istediğim yerde olabilmek. İstediğim işi yapabilmek.

18.Sizce mutsuzluğun tanımı:
Facebook'ta beğen butonundan nefret eden bir insan olarak; yorum yaz'a tıklamak yerine yanlışlıkla beğen butonuna tıklamak.

19.Nasıl ölmek isterdiniz
Katsumoto gibi. Supertramp gibi.

20.Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini isterdiniz:
Cennete gidersem değil. Belli olmadan önce konuşmak isterdim.

Asi Kuzeyli, al bu mim'ya al senin olsun.

An itibariyle saat 16:55 ve gelen elektrik faturasının uyarı süresi de dolmak üzere ve biz faturayı hala ödeyemedik. Beş dakika sonra karanlıklar altında kalacağız. 2 gün boyunca da devam edecek muhtemelen. (Son 3 dakika) Lan kapanma lan dur lan!

25 Kasım 2010 Perşembe

Salaş Haber #1 Makarna Ağacı


3 haftadır istikrarlı bir şekilde makarna yiyen öğrencilerin karnından makarna ağacı çıktı. Karınlarından çıkan makarna ağacı sayesinde geri dönüşümü de sağladıklarını söyleyen öğrenciler, "bir gün makarnaya verdiğimiz bu emeklerin bize geri döneceğini biliyorduk" dediler. Daha önce aynı şeyi patates yiyerek de yaptıklarını anlatan öğrenciler, "patatesten istedikleri verimi alamadıklarını ve sadece öğrencinin kötü gün dostu makarnaya konsantre olduklarını" söylediler. Makarna yemeye başlamalarının ikinci haftasında "midelerinde değişik bir his oluştuğunu ve ağacın kök saldığını o zaman anladığını" söyleyen, isminden utanan öğrenci "biz bunu yıllardır yapmak istiyorduk ama içimizden biri sürekli araya başka yemekler sokuyordu, sonunda onu da ikna edince istikrarı yakaladık" dedi. "Ev ahalisi olarak inandıklarında ve bütünleştiklerinde neleri başarabileceğimizi gösterdik" diyen öğrencilerin yetiştirecekleri makarnaları piyasaya sürüp sürmeyecekleri ise merak konusu.

Eksper

Eksper'lik yapmaya başladım, eksper oldum. Şimdi eks(x) üzerinden espri yapmaya gerek yok, "sen ne zaman per'din ki" diye.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Aşk Nedir?

Mergiz'in özel talebi üzerine soruyorum; Aşk Nedir size göre? Bunu mim olarak üstünüze alıp yazabilir ya da yoruma bırakabilirsiniz düşündüklerinizi. Öyle uzun uzun yazmaya gerek yok, tek cümlelik şeyler de yeter. Zaten neredeyse herkese göre farklı tanımları olan bir şey bu. Birbiriyle alakasız bir sürü tanımını da yapar aynı kişi. Kimsenin dediğine doğru da yanlış da diyemeyiz. Bana göre insanın yeni bir hale bürünmesidir aşk ilk zamanlar. Ve de bilinmeyendir tabi.

Cevap vermeniz hayırlı bir iş için önemli. Yarın istemeye gidiyoruz.

23 Kasım 2010 Salı

Siz de Başınızı Alıp Gittiniz Ya - Kaçan Kuşlarım Oldu

Kaçan Cennet Papağanlarıma ve Muhabbet Kuşlarıma "babacım, cici kuş" demeyi öğreteceğime, "evden kaçmıcam" demeyi öğretseymişim keşke.

10'lu yaşlardayken muhabbet kuşum vardı. Sene 95 civarları işte. O zamanların popüler furyasıydı heralde Muhabbet Kuşu beslemek. Hatırlıyorum da komşuların çoğunda, akrabalarda filan hep olurdu Muhabbet Kuşu. Şimdi kalmadı mesela pek. Ya da ben farklı çevrelerdeyim, bilemiyorum.

Ne kadar çok emek vermiştim o zaman o kuşa. Konuşturmak için rahat 2 ay uğraşmıştım, omzuma alıp 156743165 kere aynı kelimeleri tekrar etmiştim. Sonunda konuşmaya da başlamıştı. Verdiğin emeğin karşılığını aldığında hep bir mutluluk, huzur hissedersin ya. Bunda da olmuştu o. Bu kuşun dışında bir kaç Muhabbet kuşumuz olmuştu ama hiçbiri bunun yerini tutmamıştı. Belki de hiçbirine bu kadar emek vermemiştik.

Bayram tatili için Zonguldak'a giderken halama bırakmıştık. Halam da 3 günde kaçırmıştı onu. Tüm verilen emekler de uçmuştu. Sonradan aldığımız kuşlara emek veremeyişimin de nedeni buydu esasında.



3 sene önce de Cennet Papağanlarım vardı. Öğrenci evinin pisliği yetmezmiş gibi bir de onların pisliği vardı evde ve odamda. Ama cidden acaip tüy döküyorlardı. Bir dişi bir erkek olan bu yavrulara Earl ve Catalina isimlerini koymuştum. O aralar Taha'yla Hey Earl, Hey Crabman diye diye dolaşıyoduk. Catalina'yı da Earl kapsın istemiştim ama dibs'i önce Randy söylemişti işte. Kuşlar diyarında bari Catalina Earl'ün olmuştu.

Konuşturmak için çalışmamıştım bunları. Çift olduklarından imkansız gibiydi konuşmaları. Sürekli soba bacasının oraya çıkıp orda duruyorlardı. Oranın kapağını da bunlar düşürmüştü zaten. Bir keresinde o bacanın boşluğunun yukarısına çıkmışlardı. Bir gün boyunca inmediler. "Öeeeh özel hayat diye bişey var lan, 1 gün balayına gidiyoruz biz" dediler muhtemelen giderken.

Bu yavruları da saf ev arkadaşım Raif kaçırmıştı. Bir insan kuşu kafesinden çıkardığında neden camı açar? Sonra da karşıdaki binanın penceresinin önündeki kırmızı kalem kutusunu kuşlar zannedip, gidip "pencerenizin önündeki şey bizim kuşlar mı?" diye sordu adam.

Bir üçüncü kuş maceram ne zaman olur bilmiyorum. Bir de ilkokuldayken bir tavşanım olmuştu. Davşanım! O ise 15 günde hayatını kaybetmişti. Dedemden sonra ilk kez bir canlının ölümüne ağlamıştım. Hikaye de yazmıştım bunun üstüne. Keşke saklamış olsaydım o hikayeyi..

Sen de başını alıp gitme, bir daha bulamayacağım şekilde.. Vakti, zamanı geldiğinde; ben geleceğim.

21 Kasım 2010 Pazar

Vega - Tool

Vega ve Tool dinlerken yorulduğumu hissediyorum zihnen. Geçen gün farkettim. Tool dinlerken bir şey içmeden kafanın güzel olma durumu söz konusu. Uyuşturuyor bir kaç saatten sonra insanı. Vega dinlerken de artık beynimin kapat yeter dediğini duydum sanki. "Hafif Müzik" albümündeki şarkılarda özellikle.



Dünya Dünya Dönüyor Dönüyor

Bir bir yazdığımı yazdığımı çift çift görüyorum görüyorum,, siz siz de de okurken okurken çift çift okumuyor okumuyor musunuz musunuz??

20 Kasım 2010 Cumartesi

Akraba

Ufakken sevilen, görüşmekten keyif alınan akrabalardan büyüdükçe uzaklaşma durumu sadece bende mevcut değildir. Ufakken bir meleksinizdir bir çoğunun gözünde, severler sizi, ne eleştirinizi yaparlar ne dedikodunuzu. Şöyle 10'lu yaşlara geldiğimde ise o dedikodusu yapılan, eleştirilen kişiler için söylediklerini dinlemek eğlenceli gelirdi akraba ortamları içinde. Bana göre iyi görünen birinin bile muhakkak bir kusuru vardı, eleştirilecek, dedikodusu yapılacak bir yanı vardı.

Biraz daha büyüdükten sonra farkettim ki herşey eleştiriliyor bir şekilde bu akraba ortamı içerisinde. Birinin birşeyi yapmasında kendince haklı sebepleri olabileceği düşünülmeden, sadece kendi doğrularıyla değerlendirip, o kişiyi eleştiriyorlar, çekiştiriyorlar. Olaylara tek pencereden bakıp, birinin birşeyi neden yaptığını anlamaya çalışmadan eleştirmek ne kadar önemli ki? Yine de çok fazla takıldığım konu bu değil.

Benim ailemin diğerleriyle ilgilendiği kadar ilgi göremedik ben ve kardeşlerim. Birkaç akrabamı bunun dışında tutuyorum. Sağolsunlar, babamın yokluğunda ellerinden geldiğince hep bizimleydiler.

Çocukken çok sevdiğim bu kişilerden beklediğim şey maddi olarak destek olmaları filan değildi. Arada bir arayıp sorsalar, moral vermeye çalışsalardı, yanımda olduklarını hissettirseydiler o zor zamanlarda. Samimiyetlerini gösterseydiler. Benim onları önemsediğim kadar, onlar da beni önemseseydi.

Ama onların tek yaptıkları şey bir araya gelindiğinde; "okul ne zaman bitiyo, ne zaman bitecek bu okul, kaç sene oldu?" gibi soruları yöneltmeleri bıkmadan. Hani bi bakış açıları var 7 sene oldu hala bitiremedi okulu, salak mıdır nedir gibisinden. Evet 7. seneye uzadı bunda tembelliğimin de payı var kabul. Ulan az bi düşün bakalım neden uzadı bu okul bu kadar. Neler yaşadı bu çocuk? Toparlayabildi mi kendini? Biz ne kadar yardımcı olmaya çalıştık? Hiç sormayı denemeden neden böyle uzadığını, sadece sonucu öğrenmek istiyorlar ya ona yanıyorum. Ki beni ve benim yaşadıklarımı en iyi anlaması gereken kişiler onlarken. Çocukluğumdan hatırladıklarımla da eminim ki, o soruların sorulduğu günün sonunda, "salakmış bu çocuk da, kaç sene oldu bi okulu bitiremedi" diye sallıyorlar arkamdan. Sanki ben istemiyorum bitirmeyi, sanki ben farkında değilim sorumluluğumun, yapmam gerekenlerin. O yüzden artık birkaçı hariç pek de umrumda değil diğerleri. O yüzden de elimden geldiğince uzak kalmaya çalışıyorum artık. Okulu bitirip diplomanın fotokopisini çektirip hepsine birer adet de veresim var. Alın rahatlayın diye.


Son olarak Vedat Okyar'la alakalı Bülent Timurlenk'in Aceto'da yazdığı yazıyla kapatayım. Yaklaşık 1.5 yıl önce yazmıştı. Aynen dediğin gibi Vedat Abi.

Futbolculuğuna yetişemedik, ekranda ise hiç kavga ettiğini görmedim. Siz ancak onun doğrularıyla verkaça girebilirdiniz. Bizim mahallede "Güzel insan" diyoruz böyle abilere. En çok da Beşiktaşlı olmak yakışıyordu ona. Vedat Okyar'ı ben her zaman şu röportajındaki sözleriyle anımsayacağım. Eşime, dostuğuma anlattığım, gülümseten Vedat Bey hikayesi budur.
Tut ki Vedat Abi limon almaya gitti yine... Gelicek...

".... Eşime dedim ki, ‘‘Sakın bana bir şey taşıtma. Biber getir falan yapma. Ben hiçbir akrabamla görüşmem. Senin de akrabaların benim evime gelmesin. Ben akrabaları sevmem, çünkü ben seçmedim. Ben seçtiğim insanla birlikte olurum’’. Bir gün eve geldim, baldız var, bacanak var. ‘‘Bunlar ne’’ dedim, ‘‘Eee, geldiler ne yapayım’’ dedi. ‘‘Eyvah, salatanın limonu yok, alır mısın’’ dedi. Ben de ‘‘Alırım’’ dedim. Evden çıktım, devre arasıydı. 15 gün Yalova'da termalde kaldım. Eve 15 gün sonra limonla döndüm. 38 senedir bak bir daha da başıma gelmedi. Benim bir oğlum var. Eğitimini bitirdi. Bana arkadaşlarım soruyordu, oğlun kaçta diye. Ben hayatımda sormadım ki. Okuyor işte. Böyle de yaşayan bir adamım. "


Aceto Balsamico

17 Kasım 2010 Çarşamba

PES Artık


Uyarı: Bu yazı bol miktarda küfür içerir. Hem de çok alakasız küfürler. PES'e ilgisiz, sevgilileri yüzünden PES'ten nefret eden bayanların okumaması tavsiye edilir.

Bir başka keyiftir Play Station. Tabi ki de PES oynamak PS'de. En güzel deşarj olma yöntemlerinden birisi bana göre. Deşarj olayım derken daha fazla şarj olmak da mümkün tabi yenilgi sebebiyle.

Genel olarak şu durumlar var:
Defansta kaybedilen salakça bir top sonrası yenen golden sonra: Amına kodumun x'ine kaç kere bascam.
Baktın yeniliyosun bi kılıf bulman lazım: Bu kol bozuk amına koyyim ya. Tuş basılı kalıp duruyo sikecem.
Bariz bir şekilde yendikten sonra: Nasıl da verdim eline konsolu.
Atılan pas yerini bulmadığında: Ya ben oraya mı attım bee.
Adam seçme sorunu hakikaten var oyunda. Bunu da halletseler bi.
Adamın içinden geçmeler var. Amına kodumun Casper'ları.
Kaymadığın halde, adamın random kayması sonucu ibne hakemin gösterdiği kırmızı kart ve çaldığı penaltı.
5-6 saat aralıksız oynadıktan sonra parmakların artık çürüme aşamasına gelmesi. Sanki 4 saat bulaşık yıkamışız gibi.

PES anılarının en unutulmazlarıysa.

Ezeli rakibim ebedi dostum Ersin'le olan çekişmemiz ve çakışmamız taa lise günlerine dayanıyor. Dersaneden kaçar dururduk PES uğruna. O zamanlar Winning Eleven da vardı tabi.

Benim takımım Barcelona, Ersin'in ise dönem dönem değişen takımları; Real Madrid, Chelsea, Manu ve son dönemdeki tahrik edici transferleriyle Manchester City. Ersin'in Messi'den çektiğini hiçbir defans oyuncusu çekmemiştir. Bunu Messi hakkında defalarca söylediği şu cümleden anlamak mümkün: " Amına kodumun pire Ferhat'ı". Ulan şunu yazarken bile söyleyişin geldi aklıma sesli güldüm lan! Ersin turnuvaların şanssız oyuncusu oldu bugüne kadar hep. Normalde 3-5 attığı adamlara bile turnuvada mağlup oldu. Bir turnuva fobisidir gidiyo ya bakalım nolur. Turnuvalardan birinde ben şampiyonluğa emin adımlarla yürürken sarf ettiği cümle şu:"Amına koyyim aldın Barcelona'yı yenersin tabi". Gören, duyan da kendi Köy Hizmetleri Spor'la oynuyo sancak, sen de Real Madrid'le oynuyosun lan!

Oni bırak da, oni bırak da Gana - Fildişi maçları ne efsane oluyo lan öyle. En iyi kalecinin gücü 55-60 arasında bi yerde. Kaç maç kazandın Kingston sayesinde! Sonradan ayıkmasam, yedek kaleciyi oynatmayı daha da devam ederdi. Oni bırak da, oni bırak da Asamoah Gyan ne oynuyo be. Zenci Power amına koyim boru mu? Adamım Gyan!

Eto'o'ya da az sövmedim ben ha. Hala hatırlıyorum ben söverken senin kopmalarını. Sen sinirden söverken de benim sessizce yarılmalarım. Ulan şu "ben oynuyorum adam atıyo, ne kadar ballı adam yaa" şeklinde serzenişlerin yüzünden kaç maç kaybettim. Psikolojik olarak çökertiyosun, taktiğine sıçayım senin. O değil de nası çaktım?

Birbirimize karşı aldığımız en farklı galibiyetlerin 9-1 oluşu da, aramızdaki ne kadar denk bir mücadeleye ve rekabete sahne olduğunun anlaşılmasına yeter.

Emrah'la PES oynamak sabır işi. Hem de öyle böyle değil. Yenersin kabahatli olursun. Yenerken lan bırakayım da atsın rahatlasın durumuna geliyosun artık. Hakemin dini imanı kalmıyo zaten maç boyunca. Bir de şiveli sövüyo ki off en güzeli.(Trabzon şivesi) "Amina goyayim senin hakem kere ben, senin gibi hakemin ben yollaruni sikeyim" 1-2 maç yenilirse üstüste sinirden bırakır oynamayı kalk gidiyoruz diye zevkinin içine sıçar. İyi oynar lafım yok, ama az da keyif al be adam! Sevmediği PES 2010'da da hepimizi dize getirmişliği de var. Ama bırak bir kaç maç da biz yenelim da.

Taner. Lan biz nasıl bi manyaktık. Kayseri'nin soğuğunda kışın akşam 10 civarı 2 saat oynayabilmek için 2 km yol yürüyoduk. Hem de 37 ekran televizyonda bozuk kollarla oynamak için. Dımıdana dımıdana geliyellaaa, kimseye haber vermiyellaaa.

Önder, senin çalım sevdana da sana da. Alır Chelsea'yi Anelka'sıyla yardırır gider. Her yeni oyunda çalım özelliği azaldıkça takım olma yolunda iyi bir ilerleme kaydediyorsun.

Taha senin de Ronaldinho sevdan bizi yedi bitirdi. Sırf o yüzden PES 6'da ikimiz de kro gibi Barcelona'yı alıp oynuyoduk lan. O değil de, Valdes'in yediği bi gol vardı ya hani. Korner bayrağının oraya gitmiş takılıyodu. Kaleye gelen geri pasımsı şut gol olduğunda 10 dakika kitlenmiştik. Zaten ne çektiysem bu Victor Valdes'den çekmedim mi amına koyim.

Selami; senle daha bi kez oynadık ama yeterli tabi. O oynadığımızda da tek bi maç kazandın. Maçların birinde zaten 6-7 mi ne atmıştım ama daha fazla hatırlanacak olan senin 1.5 atakla 2 gol atıp 90 dakika boyunca baskı kurduğum maçtan 2-1 galip ayrılmandı. Hayır böyle bir baskıyı kimse kimseye kurmadı. Adam yarı sahayı geçemedi gol attığı atakların dışında. O top o kaleye nasıl girmedi hala gizemini koruyor. Senin itirafın da aslında herşeyi açıklar nitelikte: "benim neler çektiğimi bir Allah bilir, maç bitsin diye ne kadar dua ettim"

Mehmet. Olm senin oynadığın paslı sistem de içimi nası bayıyo anlatamam ya. Abartıyosun amına koyim. Barcelona o kadar pas yapmıyo lan 90 dakikada. Oni bırak da, oni bırak da hani ikimiz de Barça'yı seçmek istiyoduk ya. İkimiz de birer maç Barça'yı alıp, oynıcaktık. Eleme usülü. İlk maçta ben 7-0 yenmiştim de senin Barcelona umutların sönmüştü hani. O neydi lan öyle.

Serdar Abi; her gidişimizde sana bi çakıyım diyişinle başlıyoruz oyuna, çıkarken 10 maçta en fazla 2 galibiyetin oluyor. Defansı sağlam tutman lazım be abi.

Oni bırak da, oni birak da bugüne kadar PS Kafelere verdiğimiz paralarla her birimiz PS3 alırdık lan.

16 Kasım 2010 Salı

Domates Biber Patlıcan


Fotoğraf yarım günlük pazar maceramdan.

Dün, yani arife günü İbo'nun babasının yanına gittik pazar'a yardımcı olmak için. Malum yoğunluk oluyor böyle günlerde. Saat tam 2'de çalan alarm sonrası kalksam mı uyumaya devam etsem mi diye düşünürken aradı İbo "kalk pazar'a gidiyoruz" diye.

Gittik, baya kalabalık, işler yoğun. Geçtik tezgahın başına. Onlar istiyorlar biz doldurup tartıp veriyoruz. Bir müşteri 250 gram kuşburnu istedi. Koydum poeşete, tartıya götürdüm tam 250 gram yazdı tartı. Bir insanın elinin ayarı bu kadar mı olur? Tabi çok alakasız doldurduklarım da olmadı değil.

Bir müşteri giderken "hayırlı işler" dedi. Tüketici olmanın getirdiği alışkanlıkla "hayırlı bayramlar" demek yerine, "hayırlı işler" diyerek karşılık verdim. "Ne işi lan ne işim var ki benim?" diye düşünmüştür kadın.

Karşıdaki balık satan adamın herkesi kaçırırcasına bağırması. 3 müşteri geliyosa balık almaya 10 müşteri kaçıyodur eminim. Biz de şikayetçiyiz tabi. Kim değil ki pazarlarda kafa şişiren bu adamlardan?

Bir de istemsiz bir şekilde Şener Şen vari "Domatis, haydi domatis" diye bağırmak istemedim değil.

Tamamen Psikolojik


Sabaha karşı 5.30 civarında yatıp da 7.30 gibi uyanmam ve sonra tüm çabalarıma rağmen uyuyamamam, tamamen bayram sabahı olmasının psikolojisi değil de nedir?

Kapıya gelip bayram şekeri isteyen çocuklar olursa, küp şeker vericem. Malum burası öğrenci evi! O bile yoktu düne kadar. Buna şükretsinler!

Hayırlı işler cümlenize, pardon hayırlı bayramlar. Bir sonraki postta anlayacaksınız bunu da.

Bir de artık bırakın habu forward mail atar gibi bayram mesajları çekmeyi be. Az seçici olun. Kaç senedir cevap atmadım hiç birinize. Hala ısrarla atanlar var birkaç. Herkese aynı şeyi atacağınıza, birkaç kişiye özel bayram mesajları atın da ....... sansınlar. Ya da arayın efendi gibi sesinizi duyurun. İki muhabbet edelim.

Markete gidiyorum, bir paket Camel'a tek başıma gircem. Bayram coşkusunu ancak bu şekilde yaşayabilirim.

14 Kasım 2010 Pazar

Ben Mesela

Uçarım Mesela, Yerlere Göklere Sığamıyorum

Bir geceyi daha sabahlayarak sona erdirdim. Bu yazıyı yazdıktan sonra da çıkıp dolaşacağım; yorgun insanların pazar tatilini yaptıkları boş sokaklarda. Biraz daha sakin kafayla düşünüp cevaplar arayacağım kendime. Kendim için almam ve uygulamam gereken kararlar var.

Üsturupsuz Yazar ve Murshill tarafından "Garip alışkanlıklarımız ve yapamadıklarımız'ı" yazmakla görevlendirilmişim.

Yemeklerle başlayayım. Herhangi bir şeyi herhangi bir saatte yerim. Ağır olur bu saatte düşüncesi bana işlemez. Gecenin 3-4'ünde makarna da, patates de, nohut da yemişliğim vardır. Sabah uyanıp okula gidecekken de aynı durum söz konusu olabilir.

Çok yemek seçerdim eskiden. Azalmış olsa da hala seçiyorum. Mesela et yemem ama kıyma ve köfte yerim. Tavuğu kemiksizse yerim. Kemiğinden ayırıp, zahmete girecek kadar çekici bir lezzeti yok bana göre. Balığı da aynı şekilde kılçığıyla uğraşmaya üşendiğimden yemem. Yediğim tek balık Hamsi'dir. Bir de alabalık çok zoraki durumlarda.

Yemediğim herhangi bir yemeği yememe sebebim çocukken oluşan bir şeydir. Görünüşünü sevmemişimdir ve yememişimdir. Yemediğim çoğu yemeğin tadını da bilmem hiç. Bilmek de istemem. Sonraları yemeye başladığım birkaç yemek de bunun pişmanlığını yaşamadım değil. Ama yine de bu tutumum devam eder. Annem bir kase aşure yemem için yaklaşık 10 sene önce 20 lira teklif etmişti. Bir kaşık aldıktan sonra 20 lirayı da aşureyi de reddetmiştim.

Bir çorabı 3. kez giyemem. Zenginlikten değil, fakirlikten kırınıyoruz malum. İlla ki bi tekini kaybederim. Sonra o kaybolan alakasız bir yerden çıkar, ama kaybolmamış olan tekini diğeri kaybolduğu için bir yerlere atmışımdır ve bu kez de onu bulamam.

Her 2 bulaşık yıkamamın 1'inde bardak kırardım. Artık biriktirmiyoruz ya olmadığı için, kıramıyorum.

Her içtiğim 500ml'lik su şişesinin üzerindeki etiketi söker o gün boyunca onu kendime bileklik yaparım. Fotoğrafta görüldüğü gibi.

Bunu kibarca söylemenin bir yolunu düşündüm, sonra ne gerek var ki dedim. Dışarda alışık olmadığım bir tuvalette sıçamam. Güney Amerikalı futbolcuların Türkiye'ye uyum sağlamalarına benzer bir durum. Misafirliğe kalmaya gittiğim yerlerde de zor bir durum oluşturur bu. 2 gün, 3 gün, dayan dayan dayan. Mesela İtalya'ya gitsem, 1 hafta kalacağımı bilsem orda, o 1 haftayı sıçmadan geçirirdim.

Klip izleme ve bir şarkının klibini merak etme gibi bir durumum yoktur. Genelde sıkılırım. Hatta tipini bile bilmediğim dinlediğim kişiler vardır.

Yaş pastayı hiç sevmem, doğum günlerinden ve doğum günü kutlamalarından nefret ederim.

5-6 senedir aynı kilo civarındayım. 70 ±2 arasında gider gelirim. Çok sıkıcı değil mi?

Yeni girdiğim bir ortamda konuşmaktan çok incelemeyi, gözlem yapmayı tercih ederim. Yeni tanıştığım biriyle de muhabbet etmek için kendimi kasmam. Muhabbet edebileceğim biriyse konuşurum elbet. Birkaç diyalogtan sonra da anlaşılır o kişinin uygun kafada olup olmadığı, muhabbet edilebilitesi. Sırf laf olsun, konuşalım, susmayalım diye konuşmaya çalışmam yani. Bu tip ortamlarda oluşan sessizlik birçok insanı gerer ama ben rahat olurum. Ee niye sustuk moduna giren ve bunu 10 dakikada bir dile getirenlere de ayrıca uyuz olurum. Susan sadece ben değilimdir. Muhabbeti tek başına ilerletmesi gereken de.

Uykuya karşı olan zaafım yüzünden, işe geç kaldığım ve bu yüzden işten çıkarıldığım, sınava gidemediğim olmuştur.

İddaa'da hep tek maçtan yatarım. Alışkanlık haline geldi artık.

Gece deniz kenarında, sahilde sabahlamayı severim ve bunu yapmak isterim senede birkaç kez. Ama yanımda yandaş bulamadığım için çoğu zaman pek gerçekleştiremiyorum. "Lan olm deli misin?" gibi yaklaşımlarda bulunuluyor tarafıma.

Uyurken ve işerken hapşırmışlığım vardır.

Arkadaşlarımın bir çoğu "lan ne adamsın" der. "Ne adamım lan?" diye sorduğumda cevap veremezler. Ne adam olduğum hala belirsizliğini koruyor.

Dış görünümüme pek fazla önem vermem. Saçım başım dağınık, yataktan kalktığım haldeki saçlarımla, ütüsüz bir tişört ya da gömlekle çıkarım dışarıya. Annemin tüm "ver de ütüleyeyim" ısrarlarına rağmen. Biraz yırtılmış kıyafetler de dahil buna. O yırtık kıyafetler farklı bir şey giyiyormuşum gibi hissettirir bazen.

Yapamadıklarım diye birşey yok.
Yapmadıklarım var. Tüm bunların yanında bir de;
Hala çekip gidemedim, şöyle bir aylığına en azından.

Dağınık ve düzensiz bir odam olduğunu söylemiştim önceden. Fotoğrafını çekip koymaya utanıyorum valla, o derece artık.

Bu konuda söyleyecekleri olmasını istediklerim:

Schrödinger'in Kedisi
Mathilde Tahon
Kübik
mergiz
kitap gibi kız
kepazeyim
TheBigLebowski

13 Kasım 2010 Cumartesi

Tam da şimdi; hayal kırıklığına uğramış gözlerle, gökyüzündeki yıldızlara bakarken son nefesimi vermeyi isterdim. Yalnızken, kimse yokken. Garip bir huzurla.

12 Kasım 2010 Cuma

12 Kasım 1999 - Deprem


11 yıl geçmiş üstünden. 17 Ağustos depremini de Gölcük'teki kadar şiddetli hissetmiştik. Düzcenin batısındaki ilçeye kadar kırılmıştı fay hattı 17 Ağustos'ta. 12 Kasım'da ise o batıdaki ilçeden doğudaki ilçeye kadar kırılmıştı fay hattı. Kırmıştı bizleri de. Asıl yıkımı da bu depremde yaşamıştık biz. İki büyük deprem 3 ay arayla çok fazla gelmişti bir şehre.

17 Ağustos depreminden sonra Zonguldak'a gitmiştik dedemlerin yanına. O sene orada kalacaktık deprem etkileri azalana kadar. Benim ısrarlarım yüzünden biraz da bir daha öyle deprem olmaz düşüncesiyle ve dayımların da desteğiyle geri dönmüştük Düzce'ye. Döndüğümüz gün 4.1 şiddetinde artçı deprem olmuştu evdeyken. Bizi cesaretlendirmek için bizimle beraber gelen dayımlar arkalarına bile bakmadan kaçmışlardı Düzce'den Zonguldak'a o gün.

11 Kasım günü dışarda bisikletle gezerken ben, 5.5 şiddetinde bir artçı deprem olmuştu. Bisikletin üzerinde olduğum için hissetmemiştim. "Tüh iki sallancaktık heyecan olcaktı nası anlamadım deprem olduğunu" gibi bişeyler saçmalamıştım. Çocuk aklı işte.

12 Kasım akşamı sen misin sallanmak isteyen dercesine 7.2 şiddetinde meydana gelen deprem asıl yıkımı yapmıştı Düzce'de. Apartmandan aşağıya inerken telefonun ışığının da yardımını alayım diye telefonun tuşlarına basıyordum. Bir başka dayımı aramışım o tuşlara basarken. Televizyonda o anda deprem olduğu haberini gören dayım bizi 15 dakika boyunca dinlemiş telefondan ve sağ olduğumuzu anlamış. Bu da garip ve onların içini rahatlatan bir tesadüf.

Dışarı çıktığımızda apartmandan her yer toz bulutuydu. Yanından geçtiğimiz çoğu tanıdık bina yoktu artık yerinde. O gece sabaha kadar durmamıştı artçılar. Koca koca adamlar beşiklerine geri dönmüşlerdi adeta.

Bu akşam olan İzmir depremi umarım ki 11 yıl önce 11 Kasım akşamı olan Düzce'deki artçı deprem gibi öncü bir deprem değildir.

17 Ağustos ve 12 Kasım'da tüm hayatını kaybedenleri de anmış olalım.

Karşı koyulamayacak bir doğal felaket. Bilinçlenmek herkesin görevi.

11 Kasım 2010 Perşembe

Bayram'da Evde Tek Başına 23



Üniversiteye başladığımdan beri Kayseri'de geçireceğim, ailemin yanında geçirmeyeceğim ilk bayram olacak bu. Ev arkadaşlarımın hepsi gidiyorlar yarın.

Tek başıma evde napıcam 1 hafta boyunca. Evde Tek Başına serisinin 23.sünü çekebilirim. Sıkılganlığın dibine vurup, bayramdan sonra başlayacak olan vizelere çalışmaya başlarım diye umuyorum. Bayramda ne yapacağımı soran arkadaşlara gitmiyorum evde tek başıma kalcam dediğimde. İyi bari ders çalışırsın diyo birçoğu. Hemen arkasından da şunu ekliyolar:

-Olm çalış da bitir a.q. Yeter da.
+Ulan biri de farklı bişe desin a.q.
-Ama ne diyelim. Kaç sene oldu.
+Siz de haklısınız ne diyim.

Birkaç gün önce Emniyet Genel Müdürlüğü "Sevdiklerinizle bir arada mutlu bir bayram geçirmeniz için lütfen trafik kurallarına uyunuz." şeklinde bir mesaj attı. Tam adamına attı he.

Haa unutmadan: Her türlü yardıma açığım. Ama et getirmeyin mümkünse, yemiyorum. Ya da getirin ben onu kıyma yaptırırım.

9 Kasım 2010 Salı

Eğer ki..


3-4 sene evvel müzikle uğraşmaya çalıştım. İcra etmek falan filan. Elektro gitar almıştım 2. sınıftayken. Yanına bir anfi alamadığım için midir bilinmez bir türlü yoğunlaşamadım. Aslında yeteneksizlik de işte kılıf bulcam ya. Kısa süren bir vokal denemem de oldu. Kısa sürdü; çünkü olmadı, detone oluyordum hep lanet olsun ki.

Çok isterdim bir müzik grubumun olmasını, yazdığım, bestelediğim şarkıları sahnede söylemeyi. Şimdi bu haldeyken biraz bakındım. Bu şarkıları söylemek, çalmak isterdim sahnede.

Yerli Şarkılar;
Kazım Koyuncu - Ben
Flört - Onun Adı Hasan
Kurban - Sorma
Kesmeşeker - Duymuştum Şehirdeydim
Rashit - Teker Teker
Athena - Dalga
Flört - Yola Devam
Kesmeşeker - Feridun Bey
Duman - Rüyanda Görsen İnanma
Mavi Sakal - Günler
Kurban - Sakın Söyleme
Pilli Bebek - Fotoğraf
Kazım Koyuncu - Hayde
Yasemin Mori - Arjantin
Sakin - Kor Bir Ay
Fuat Saka - Rapatma 1
Objektif - Dağlarda
Fuat Saka - Şimdi Ne Yapar
Alt - Siyah
Kesmeşeker - Tut Beni Düşmeden
Kargo - Boğaziçi
Kazım Koyuncu - Yalnızlığı Anla
Athena - Kayıp
Buz - Yeni Bir Son
Zardanadam - Kaçacağım
Kesmeşeker - Ne Zaman Gitti Tren
Kazım Koyuncu - Ayrılık Şarkısı
Pentagram - Sonsuz
Kurban - Misafir


Yabancı ;
Keane - Somewhere Only We Know
Anathema - One Last Goodbye
Dark Tranquillity - ..of Melancholy Burning
Depeche Mode - Personal Jesus
Green Carnation - Alone
Guns N' Roses - November Rain
Rammstein - Mutter
Iced Earth - Melancholy
Lacrimas Profundere - Helplessness
Megadeth - Trust
Black Sabbath - Paranoid
Metallica - No Leaf Clover
Disturbed - Stupify
Pearl Jam - Black
Led Zeppelin - Kashmir
As I Lay Dying - Through Struggle
Eddie Vedder - Society
Pink Floyd - High Hopes
Riverside - Out of Myself
Scorpions - Lonely Nights
A Perfect Circle - The Noose
Tool - Sober
Three Days Grace - Animal I Have Become
Coldplay - Speed Of Sound
R.H.C.P - Stadium Arcadium
Anathema - A Dying Wish
Metallica - Fade To Black


Dileyenler benzeri bir şekilde birşey yaparak bunu mim olarak üzerine alınabilir. Her hakkı saklı değildir. Bunu okuduğunda emeğe saygı, +rep, subhanallah kardeş ibretlik bir paylaşım gibi yorumlarda bulunanlar hakkında dava açılmayacaktır.

Unuttuklarım illa ki vardır. Bir de son söz. Ah Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun..

Öğrenci Evi Manzaraları - Bizim Evin Halleri


3 yıl kaldığımız eski evimizden Haziran'da taşındık. Taşınma serüvenimiz ev sahibinin sözde tayini çıkma muhabbetiyle başladı. Taner'i aramış tayinim oraya çıktı Temmuz başına kadar evi boşaltın demiş. Taner'e "at yalanı" diye başlayan bir cümle kurdum. Eylül'e kadar kontratımız var. Kayseri'de ev kiraları peşin ödeniyor senelik. 1000 lirasını ödememiştik kiranın. Ev arayışlarına başladık filan neyse. Adama da kalan parayı ödemicez dedik. Adam da 200-300 lira bari verin dedi. Yok abi veremeyiz yeni eve bi sürü taşınma masrafı olcak, zaten 2 ay erken çıkıyoruz dedik. Hakkımı helal etmiyorum dedi. "Biz de etmiyoruz biz 3 kişiyiz!" dedik. Kısa bir süre sonra da tayinim çıkmadı kalın dedi. Yok dedik biz bulduk ev taşınıyoruz. Atmış yalanı yani.

Evimiz neredeyse hiç düzenli bir ev olamadı. Eski evdeyken biriken bulaşıklar en büyük belamızdı. Ne kadar çatal, kaşık, tabak, tencere varsa hepsi tamamen bulaşık olana kadar bulaşık yıkanmazdı. Hepsi bulaşık olunca da yıkanmazdı. İhtiyacımız kadarını yıkardık işte 3-5 tabak kaşık filan. Yeni eve taşınırken mutfak malzemelerinin yarısından çoğunu bıraktık. Artık evde 5-6 tabak, 7-8 çatal, 3-4 tane de kaşık var. Yemek yendikten sonra yıkanmasa bile o bulaşıklar bir sonraki yemekte hepsi yıkanmış oluyorlar mecburen. Bizim için doğru bir karar almışız.

Bir de şöyle birşey vardır ki. Dönem başladığında bu sene düzenli olcaz bulaşıklar birikmeden yıkancak diye kurallar koyulur. 2-3 hafta uyulur bu kurala. Sonrasında gevşeklik başlar. Sonra vizeler başlar. Vizeler bitsin tekrar düzenli devam edicez denir vizeler boyunca. Vizeler biter bi memlekete kaçış süreci olur. Peşine finaller yaklaşır. Finaller bitince yazın memlekete dönüş sürecinde tüm bulaşıklar yıkanır, oda düzenlenir, ve ev kimsenin yaşamayacağı dönemde en refah zamanlarına kavuşur.

Yediğimiz yemekler belli başlı malum. Makarna, Yum-pat(çok şekil bi isim yalnız), hazır çorba, patetes kızartması, menemen.. Ama en çok makarna. Ve illallah geldi. Yemek yapabiliyorum aslında ama ona da üşeniyorum lan bazen. Pilav-Tavuk Sote ikilisini çok güzel yapabiliyorum. Ayda bir şımartıyoruz işte kendimizi bu ikiliyle.

Kişisel olarak odama gelirsek. Bilgisayarın bulunduğu masanın üstünde boş yer yok neredeyse. Bazen artık katlanamıyorum temizliyorum üzerinde hiçbirşey bırakmıyorum. 2 gün geçmeden yine her gereksiz şeyi üzerinde buluyorum. Sadece masayla sınırlı değil bu dağınıklık ve düzensizlik. Yerlerdeki ders notları, çoraplar, birkaç yüzüne bakılmayan kıyafet. 2 haftadan beri çeki düzen vercem güya.

Eve şöyle 50-60 liralık alışveriş olayını en son 4 yıl önce filan yapmıştık sanırım. Onda da baya bi dumur olayla karşılaşmıştık. Ramazan'daydı. Gittik markete alışverişi yaptık. 75 liranın üstüne çıkınca alışverişte Ramazan İaşe Paketi veriliyor zannediyoruz. Bi tane broşür gibi bişi verdiler elimize. Neyse kasaya geldik. 77 lira tuttu aldıklarımız. Arkadaşlar nasıl sevindi o anda. Gol atmış Tuncay Şanlı gibi "oleeey" nidalarıyla beraber yumruk hareketleri yapan bile olmuştu. Sonra elimize en dandiğinden içinde 27 taneden oluşan bir koli; "adı meyve suyu tadı şekerli su" olan meyve suyunu verdiler. "Hani İaşe Paketi" Ulvi vari isyanımıza onlar parayla satılıyor siz yanlış anlamışsınız dediler. Dışarı çıktık o anki geyik muhabbetini filan tahmin edin işte. Yumruk hareketini yapan arkadaşa oynadık özellikle. O günden sonra herşeyden bolca alalım evde bulunsun olayına girmedik. Buzdolabımız var ama kolayı, yoğurdu filan soğuk tutmak için kullanıyoruz. Boşuna elektrik harcıyo meret.

Önder halasına gidecek 2 haftadan beri. Bavulunu oraya bırakmış. Okuduğunuz şehirde bir akrabanın olması iyi birşey aslında. 2 haftadan beri gidemedi. Yarın için kararlı baya. Geçen yıl da halasına gidemediği için Mayıs'ın sonuna kadar botla dolaşmıştı. Böyle üşengeç varlıklarız işte.

Haftada sadece bir gün girmem gereken 1 dersim var. Onun dışında boşum. Geleli 1 ay oldu hala iş bulamadım. Bir tane bulur gibi oldum, geçenlerde bahsettiğim kafe işi malum. Çıkıp aramıyorum da. Erteledikçe erteliyorum. Cebimde ne zamana kadar idare etmem gerektiği belli olmayan 50 kuruşum kalmış olmasına rağmen. Kariyer.net'ten başvuruyorum işte 3 yıl sonra geri dönerler diye. Neyi bekliyosun bu kadar diyeceksiniz. 1-2 yer var haber beklediğim. Bakalım yine ofsayta düşecek gibiyim sanki ama.

Çok sıkılıp evde kendi kendimize doğaçlama videolar da çektiğimiz oldu. Sanattan Bir Gıdım.

Ödenemeyen faturalarımız da oldu tabi. Elektrik de, su da, internet de kesildi dönem dönem.



Şu sigaraya gelen son zamlardan sonra tütün sarma işine girmiştik. Kendin pişir kendin ye misali sarıp sarıp içiyoduk. Bu sene de kaçak sigara olayına girdik. Hem de beleş. Nasıl beleş geliyo diye sormayın. Derin bağlantılarımız var. Alakası yok. Geliyo işte bi şekil. Sigaraya para vermemek, sigarayı yatana kadar bitirmeden idare etmeye çalışmamak çok güzel bir duyguymuş. 4-5 gündür bunu da anladık. Azalttık da galiba bu sigara bolluğunda sigarayı baya. Herşey o sigara paketinin biteceği stresi ve ona verilen paradan dolayıymış.

Gece yatmaz, sabah kalkmaz oldum yine. Makine'ye birkaç sene önce bağlanan Rize'li teyzenin Okan'a dediği gibi. Sabaha kadar oturiyruk, akşama kadar yatayruk. Perşembe günü sabah 10'daki dersime(7. seneye gelmişim hala sabah 10'da dersim var lan!) gidebilmek için Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece hiç uyumama formülünü 2 haftadır uyguluyorum. Çarşamba akşamı en geç 12'de düşüyorum yatağa.

En çok yaptığımız şey bilgisayar başında geçirilen vakit. Çoğunlukla bomboş geçen vakit. Arada bir slayttan ders çalışmak için kullanır gibi oluyoruz işte.

King oynamak için 4.müz yok. Bu ne kadar acı bir şey bilir misiniz? Bilirsiniz illa ki, bi evde kaç kişi kalıyosunuz zaten lan. 3-5-8 oynamaya mahkum durumdayız biz de. Ve bu aralar hiç iyi kağıt gelmiyor elime.

8 Kasım 2010 Pazartesi

Society - Eddie Vedder vs Johnny Depp

Into the Wild'ın muhteşem soundtrack'i. Soundtrack albümü çok güzel. Tüm bu şarkılar arasında Hard Sun ve Long Nights ile beraber en sevdiğim şarkısı da bu: Society. Sözleri ve sözlerin filmle uyumu ayrı bir güzel. Filmi izlerken altyazıda sözleri okurken sanki benim yazmış olabileceğim şeyler gibi gelmişti. Düz yazının şarkı sözü şekline dönüştürülmüşü gibi. Bir de bunu Johnny Depp'le beraber çalmışlar ki.



it's a mystery to me
we have a greed
with which we have agreed

you think you have to want
more than you need
until you have it all you won't be free

society, you're a crazy breed
i hope you're not lonely without me

when you want more than you have
you think you need
and when you think more than you want
your thoughts begin to bleed

i think i need to find a bigger place
'cos when you have more than you think
you need more space

society, you're a crazy breed
i hope you're not lonely without me
society, crazy and deep
i hope you're not lonely without me

there's those thinking more or less less is more
but if less is more how you keeping score?

means for every point you make
your level drops
kinda like its starting from the top
you can't do that...

society, you're a crazy breed
i hope you're not lonely without me
society, crazy and deep
i hope you're not lonely without me

society, have mercy on me
i hope you're not angry if i disagree
society, crazy and deep
i hope you're not lonely without me

6 Kasım 2010 Cumartesi

Yönünü Eyleyemediğim Ders; Yöneylem Araştırması


Benim okulumun bitmeme sebebi bu ders işte. Yöneylem araştırmasını geçtiğim gün okul da bitmiş demektir. Ama öyle bir inanç yok içimde kahretsin. Bu sene 4. kez alıyorum sanırım Yöneylem 1'i. 3 senedir vizelerden 14-34-22 aldım. Bu sene de şöyle 30'lu bişeyler alabilsem. Öper başıma koyarım. Zaten ödev vermiş vizeye yüzde 20 etki eden, haberim bile olmadı. Sadece bir tane devam zorunluluğum olan dersim olunca tabi. Okula da yabancı kaldım. Bu kadar fasa fiso, fiskos, masa örtüsü yeter zannımca. Şimdi bu Yöneylem de nerden çıktı diyeceksiniz. Haklısınız. Ama ben de haklıyım.

Schrödinger'in kedisi beni en yabancı olduğum konuda mimlemiş. Evet doğru bildiniz KİTAP! Senede 1 kitap okuma ortalamasını bile yakalayamamış biriyim ben. Şahsıma atılan ok'un 12'den isabet etmesi budur işte. Fena çuvalladım ha. Bir de böyle okumazken hiç, kitap yazma fikrim var bir konuda. Bu kadar da rezilim. Ama kitap hediye etmişliğim vardır bak. (Züğürt tesellisi-övüncü.)

Bu aralar Kurtlar İmparatorluğunu okuyorum. Aslında okuyorum da denemez tam. Bir hafta önce filan E-Book'tan başlamıştım. Başlamıştım işte. Anlayın..

Neyse geçelim şu mime artık.


Mim Konusu: Kitaplığınızın karşısına geçin. Gözlerinizi kapatın. Derin bir nefes alın. Elinizi kitapların üzerinde gezdirin ve birini seçin.
Şimdi gözlerinizi açın. Bir kitap seçmiş durumdasınız. O kitabı satın aldığınız ya da hediye gelmişte olabilir anı hatırlamaya çalışın. İlk kez okuduğunuzda neler düşünmüştünüz, hatırlayın.
Şimdi sayfaları şöyle hızlıca bir dolanın ki, kitabın kokusu burnunuza gelsin. Evet, ne güzel bir koku bu!
55. sayfayı bulun. Sayfayı tekrar okuyun. Sayfadan bir paragraf seçin ve mim konusu olarak bunu blogunuza yazın. Daha sonra siz de arkadaşlarınızdan üç tanesine cevaplaması için gönderin.

Mim Kuralları:- Mimlenenler mimi cevaplamak zorundadırlar, mim bozulamaz.
- Mimin bozulması teklif dahi edilemez.
- Mim yalnızca 3 kişiye gönderilebilir. (Bu kural delinecek denmedi mi?)
- Karşılıklı mimlemeler yasaktır.
- Mim, her bir blog için sadece bir kez cevaplanabilir.
- Mim kurallarının ilk 6 maddesi değiştirilemez.(Bu da delinecek haliyle)


Aslında, aslında bir konu var. Yahu aslında ben kitaplık yerine E-Book'lardan seçseydim bir kitabı. Gözümü kapatıp rastgele bir harfe basarak klavyeden. Okumadığım bir kitap olacaktı ama, indirdiğim anı hatırlardım. İndirirken hissettiklerimi filan yazardım. Onları indirirken nasıl bir okuma hevesiyle indirdiğimden dem vururdum, zırvalardım. Neyse neyse.

Kitaplığım yok. Karşısına geçemedim. (Umut Sarıkaya tipi mutsuzluk tanımlarındandır bu bence. Ağzımda sakız olsaydı kesin düşerdi.) Elimde olan 3-5 kitaptan birini gözlerimi kapatarak seçtim ve Hamdy A. Taha'nın Yöneylem Araştırması kitabı geldi elime. Kitabı 6 ay önce çalıştığım fabrikadaki Endüstri Mühendisinden ödünç almıştım. Çalışacağıma inanarak vermişti iyi kitaptır bundan çalış anlarsın diye. Çalışmadım tabi eşşek ben. Ödünç almıştım geri de vermedim. Kötü hissettim bi an. Ama bu dersi geçmeden vermicem lan. Unutsun bu kitabı bence. Sayfaları hızlıca dolandım. Doğrusal Programlamalar, Dualiteler, Simpleksler.. Benim komplekslerim. Yok lan kompleks uymadı alakasız oldu, ama kafiye oldu dursun bari. "Benim kabuslarım" olcak doğrusu. Hastayım, kitabın kokusunu alamıyorum. Sümüklerim engelliyor.

Şimdi 55. sayfayı açtım. Açarken de sadece "Bölüm 6" gibi bir şeyle karşılaşmasam bari demedim değil.

Hiç ilginizi çekmeyecek ama kural böyle. Hazır olun hayatın anlamı bu paragrafta.

--spoiler Okumadan Geç Hiç--
Deniz Kabuğu Petrol, Aruba Adasında yerleşik, günde 600000 varil ham petrol kapasitesine sahip bir şirkettir. Rafineride normal ve süper olmak üzere iki tip kurşunsuz benzin nihai ürün olarak üretilmektedir.. Rafineri işlemleri üç aşamayı kapsamaktadır:
1) Distilasyon kulesinde besleme stoğunun oluşturulması.
2) Distilasyon kulesinde oluşturulmuş besleme stoğunun bir kısmının kullanılarak kraker ünitesinde benzin stokları oluşturulması
3) Kraker ünitesinden gelen benzinle distilasyon kulesinden gelen besleme stoğunun karıştırıcıda karıştırılarak normal ve süper benzinin üretilmesi.
Dolayısıyla, bu iki çeşit benzin farklı üretim maliyetlerine sahiptir.
(Okurken yorumum: Ha şunu bileydin baştan!) Şirket normal benzinin varili başına net karını, besleme stoğundan ya da bla bla bla blağğğ blaaaaaağ blaaaaaaaaaaaaaağğğğğğğğğ.
--spoiler Okumadan Geç Hiç--

ÜFFFFFFFFFFF sıkıldım. Vizesi yaklaşırken bu mim olayı ve bu kitap seçimi bir işaret aslında değil mi? Çalışmaya çalışacağım bu kez. Geçenlerde iş arıyorken ve bulamıyorken arkadaşlarla sohbette "ben alışmaya çalışık bir insanım" dedim. Becerip "çalışmaya alışık bir insanım" bile diyemedim. Bir işte çalışmakla ders çalışmak farklı da olsalar. Başaramadım. Al sana bir mutsuzluk tanımı daha. Etti mi 2! Bu yazıyı daha fazla uzatırsam 40'ı bulabilirim eminim. O yüzden zırvalamayı kesiyorum artık.

Gelelim seçeceğim 3 kişiye. Ben bu acıyı, ızdırabı çektim, başkaları çekmesin. Kimseyi mimlemiyorum. Demiyorum tabi. Kitap okuduğunu tahmin ettiğim-bildiğim kişilere göndereyim. Zaten benim gibi kaç kişi var ki bu kadar okuma yazması kıt olan.

And 11 points goes to;
Mathilda Tahon (Kurtlar İmparatorluğu bitecek yakın zamanda söz!)
Sweet Leaf (Black Sabbath'ın Sweet Leaf'i, Green Carnation değil!)
ceren (Kitap diyince burda bi durcaksın, yazmadan olmazdı!)
irma (Öğretmenimiz çocuklara Martı'yı okut emi!)
StummScream (Hocam fotoğrafta bişeyler okuyosun, kitap da okuyosundur sen!)
5 oldu. 2 tane de federasyondan özel izinle olmuş olsun. Nedu yani!? Zaten 6+2+2 diye bi saçmalık var. Ben yine 3+2'de durdum.

Sevgili Schrödinger; mimi piç ettiysem affola. Amma velakin odun ve yabani bir insan olan ben, okuyan bir insan değilim işte. Elimden gelen budur, adım Hıdır değildir, bir dahaki mimde daha somut şeylerle karşınızda olabilmek dileğiyle. (Bu ilk mim yazısıydı bu arada. Takip edilme ile alakalı da gelenler üzerine, bi ara umarım ki.) Sabahın bu saatinde makarna yemeye doğru geçiyorum. Evet! Malesef yine makarna! Sonra da yatıp zıbarıcam, o bahsettiğim lanet yatağımda. Selametle..

He bir de. Kitap 6. basımdan çeviri. Benim 4. alışım dersi. Bunun bir anlamı olmamalı.
Bu sabahın bir anlamı olmadığı gibi.

4 Kasım 2010 Perşembe

J'attendrai Le Suivant - Kısa Film

Facebook'ta "Aşk bir skeç midir?" adıyla da rastlanabilir. "Sonrakini Bekleyeceğim."

3 Kasım 2010 Çarşamba

Struck (Saplantı) - Kısa Film

Makarna


Eğer evlenirsem, karımdan unutmasını isteyeceğim tek şey; eski sevgilisi-sevgilileri değil makarna olacak.