Okumadan Geçme

Facebook

30 Ekim 2014 Perşembe

Peki peki anladık

Her sabah yürüdüğü yolda o da  o yoldaki diğer insanlar gibi küçük ve yavaş hayatını devam ettirebilmek ve asgari ücret kazandığı işine geç kalmamak için büyük ve hızlı adımlar atıyordu. Hayatları yavaştı çünkü; kazandıkları parayla ödemeleri gereken borçları olması gerekenden daha geç ödüyorlardı her zaman, her zaman hayatın gerisindeydiler ve ara gittikçe açılıyordu. ve hayatları küçüktü çünkü; büyük şehrin küçük insancıklarıydı her biri denizin dibindeki kum tanecikleri gibi. Bu küçük insancıkların her biri herşeyin en iyisini biliyordu muhakkak. Hepsinin her konuda söyleyecek sözü, kendi düşündüğünün doğruluğunu onaylatacak iddiaları vardı, "bilmiyorum" sözcüğü lügatlarında yoktu. Yapılan işin en doğrusunu, nasıl yapılması gerektiğini bilenler onlardı ama bildikleri sadece bu değildi, siyasetten spora ne kadar muhabbet varsa her birinde kendilerine dikte edilenleri savunuyorlardı bu kokuşmuş ülkeye dair. Televizyonlardan, gazetelerden, aile büyüklerinden, asker arkadaşlarından, krem peynirden vs. dikte edilenler. Düşünüp taşınıp karar vermek yerine, söylenenler üzerinden sağlanan karma bir inanç özgürlüğüydü sahip oldukları şey. Mesela biri Trabzonluydu 50'li yaşlarında, muhabbet nereden açılmışsa açılmış "Trabzon Hun İmparatorluğu vardı bizim orada eskiden" diyordu, Atilla veya Cengizhan ya Trabzonluydu ona göre ya da Trabzon'u fethedip Trabzon Hun İmparatorluğunu kurmuşlardı. Hun'luk Trabzonlularda aileden geliyordu yani yine ona göre. Sonra "Hun değil abi Rum'du o" diyince "Hun mi Rum mi? Rum haa, öyle daa he" diyordu. "Belki bizim kökenimiz de Rum'dur abi nerden bilecez" diyince de "yok yaav, öyle olsa bilirdik Rumca'yı amina goyayiim" diyordu şivesini yediğim. Rum olmayı çok kötü, Türk olmayı gurur duyulacak bir şey olarak görüyordu. Sivas'lı bir yiğido vardı bir de, yersen yiğido, Yiğid O, keşke olaydı. En çok kendisi çalışıyordu, her işe kendisi koşuyordu, yaptığı işi en düzgün o yapıyordu, yersen. Yapmayı alışkanlık haline getirdiği hatalı ve yanlış işleri kendisine söylendiğinde "ya bişeey olmaz yaa, ondan banane, ben mi yapacam" diyip geçiştiriyordu yiğido. Karşılık olarak "sana bişey olur mu olmaz mı diye sormuyorum amınakodumunoolu, onu öyle yapma bi daha, o ürün öyle gitmez diyorum" diye içinden geçiriyordu her sabah büyük ve hızlı adımlarla işe gitmeyi alışkanlık haline getirmiş olan karşısındaki. Onun bu sözlerini-ben mi yapacam- askerden yeni gelmiş olmasına bağlayabilirdi. Onun bu tavırlarını ise, diğer çalışanlara olduğu gibi ona da zerre değer vermeyen, yaptığı işin hakkını maddi ve manevi olarak vermeyen, (tabiri caizdir)verdiği 3 kuruş para karşılığında insanların ağzına sıçan patronlarına da bağlayabilirdi ama hayır esas sorun bunlar değildi.  Klasik yurdum insanıydı işte, en üsttekinden en alttakine herkes gibiydi, her işi götünün kenarıyla yapmaya alışmış, birlikte yaşadığı ve çalıştığı insanlara saygısı olmayan, kendinden başka hiç kimseyi düşünmeyen, hiçbir vasfı ve yetkisi olmamasına rağmen kendinden 10 gün sonra işe başlamış ve ondan 20 yaş büyük iş arkadaşına ustalık taslayıp "onu getir, bunu götür" şeklinde emirler yağdıran, çay sırasına girildiğinde kendince kurnazca davranarak herkesin önüne kenardan geçerek çayını alan -bunu her çay molasında tekrar eden- biriydi. Yarın bir gün patron olsa, o sövdüğü patronlarının bir kopyası olacaktı. Bu adam pazarda limon satsa, "abla vallahi çok güzel limon, sulu, bunu al beğenmezsen ben burdayım gel haftaya" diyip çürüğü çarığı kakalayacaktı. İşini düzgün ve hatasız yapmaya çalışan kişiler onun gözünde "bu fabrikayı sen mi kurtaracan amuuaagoyum, artise bak" kişileriydi.  Öyle görmüştü, öyle öğrenmişti belli ki, başka yerlerdeki ustaları da öyleydi, ustalarını yönetenler de, o fabrikaları yönetenler de, fabrikaların sattığı malları alıp başkalarına satanlar da. Hepsi aynı kişilerdi işte, hepsi, ülkeyi yönetenler de aynı kişilerdi, 5 kişiyi yönetenler de, yönetilenler de. Yozluk bir kişide değildi ki, herkesteydi, "neden bu ülke böyle?" diye sormak anlamsızdı, "nasıl bu hale geldik?" diye sormaksa belki saatlerce sürecek muhabbetin boşa çene patlatma malzemesi olurdu. Bu ülkede "ahlak" denen şey sadece kadın üzerinden değerlendirilir hale gelmişti, diğer tüm ahlaki değerler yüksek hızlı tren rayları gibi değişiyordu. Değişirken can alıyor, birilerinin cebinden alınanlarla birilerinin cebi şişiriliyordu..


Akşam iş çıkışında eksi ikibinbeşyüz liralık kullanım hakkı olan kredili mevduat hesabından biraz daha para çekeyim para kalmadi bu ay diye geçiriyordu içinden. Bankamatiğe taktığında kartını -1984 liralık bakiye karşılıyordu onu. Her akşam yürüdüğü o yolda büyük ve hızlı adımlar yoktu artık, sadece yorgunluk vardı. Ayaklarının altındaki, kollarındaki, parmaklarındaki ve omuzlarındaki ağırlığın verdiği yorgunluk.