Okumadan Geçme

Facebook

31 Ekim 2010 Pazar

Eğlence Sektör'rü


Bugün bir kafede işe girdim. Gece 12'yi geçerken çıktım kafeden. Bir daha önünden geçmeyeceğim. Bu yazının ortaya çıkışı da bugünkü kısa iş deneyimi sayesinde.

İnsanların eğlenme anlayışıyla benimki arasında belirgin farklar var. Bu muhakkak. Hele ki son birkaç yıldır ortaya çıkmış olan alışveriş merkezi çılgınlığı bana en uzak olanı. Genelde kadınların ayakta tuttuğu bir alan alışveriş merkezleri. Kadınların olduğu yerde de doğal olarak yurdum erkekleri de konuşlanıyor. Bir kısmı kadınlar gibi zevk alıyor. Diğer bir kısmı ise ya sevgili olarak kız arkadaşının peşinde gidiyor. Ya arkadaş ortamına, ya da olası kız arkadaşlar edinebilmek, kız kesebilmek amacıyla. (Bu bahsettiklerimden hoşlanmayan kadınlar da var muhakkak. Bu yazıyı okuyanlar arasında da vardır. Yaptığım bir genelleme değil. Kadınların tamamı böyle yapıyor demiyorum. Ama bu sektörü kadınların ayakta tuttuğu bir gerçek.)

İnsanlar saatlerce nasıl vakit geçiriyorlar o alışveriş merkezlerinde ve bundan daha önemlisi bu durumdan nasıl zevk alıyorlar anlamıyorum. Kadınların alışveriş tutkusu, mağazaları tek tek dolaşmaları. Sevgilisinin peşinde sürüklenen erkekler. Bunlardan birisi de ben olmuştum bir keresinde. 1 saatten fazla dolaştıktan sonra kız arkadaşım ve onun kız arkadaşının peşinden, inanılmaz yorulmuştum ve kız arkadaşıma "siz bakın ben gidip oturcam bi yerlerde" demiştim. Sonrasında da uyuyakalmışım oturduğum yerde, güvenlik görevlisi "bi sorununuz yok değil mi" diye uyandırmıştı. Aslında bir sorun vardı. Neyse bu küçük anektottan sonra. En üst katlarda yemek yenen yerlerde oturuluyor bu alışveriş faslından sonra. Acaip gürültülü bir ortamda şakalaşmalar gülüşmeler. Dışardan izleyince bunları nefret ediyorum iyice bu tip yerlerdenve o mekanlardaki bazı tiplerden. Yazın kola dağıtım bayisinde çalışırken de kola dağıttığımız kafelerdeki insanları gördüğümde de aynı şeylerdi hissettiklerim.

Alışveriş faslı bittikten sonra da alınan kıyafetler ve anlatış biçimleri. "Ay bi gözlük aldım acaip havalı" vb. Biliyorsunuz zaten..

Ben hiç gitmiyor muyum böyle yerlere peki? Gidiyorum elbet zoraki de olsa. Arkadaş hatrına arada bir, ayda bir gidiliyor.

Bu bahsettiklerimin dışındaki eğlence alanlarına karşı bu kadar soğuk değilim. Oralara da gitmiyorum etmiyorum ama bu bahsettiklerimden daha normal geliyor. Aslında tam olarak da ifade edemedim aklımdakileri. Ettiğim kadarıyla kalsın işte.

Bugün girdiğim işin şartları şöyleydi; sabah 10'da iş başı. Gece 12de kapanıyor kafe. Günlük 15 lira. 14 saatlik çalışmaya 15 lira. Kafeleri zaten genel olarak sevmiyorum, oturmaya bile ayda bir belki gidiyorum. Mekanı sevmedim, iş sahibi elemana ısınamadım. Verdiği paraya hiç ısınamadım. Ve orada bulunduğum süre içinde acaip darlandım. Gelen giden kişilerin hallerinden, tavırlarından. İşe bugün girmiş olduğum için günü tamamlıyım yarı yolda bırakmıyım dedim elemanı. Gece çıkarken de yarın gelmeyeceğim demedim. Yarın da bir günlük bir eleman bulursa bahtına. Çalıştığım günün parasını da istemedim. Anladım ki günü kurtarmak için bile olsa bu tip bir işte çalışmam mümkün değil. Bu tecrübeyi tatmış olmam 15 liradan daha değerliydi bence.

Tüm bunlara rağmen orada çalışmaya devam etseydim "kendinden 91 cm uzakta olan adam" olacaktım yine.

Bence kesinlikle izleyin bu kısa filmi.

Kendinden 91 cm uzakta olmak(Skhizein)

29 Ekim 2010 Cuma

Çilekeş Röportaj Soruları-ydı


Tam 2 yıl öncesinde rockhayat.com adına Çilekeş grubuyla yapma sözünü aldığımız röportaj için hazırladığım sorulardı bunlar. Mail yoluyla yapılacaktı röportaj. Soruları göndermiştim ama cevap gelmemişti. İşte o sorular;

Çilekeş Röportaj Soruları

Merhabalar;

1) Rock müzik dışında sizi özellikle etkileyen biri var mı?

2) Müzikal anlamda olmak istediği yerde misiniz?

3) Müzikle uğraşmasaydım başka bir işi müzikten daha iyi yapardım dediğiniz bir iş var mı? Hangi alanlarda yetenekleriniz var?

4) Gelecekte oturup arkanıza geçmişinize baktığınızda keşke müzik olmasaydı hayatımda demekten hiç korktunuz mu? Müzisyen olmayı tercih etmekle kendiniz için en doğru tercihi yaptığınıza inanıyor musunuz?

5) İlk albümünüzle çok önemli bir çıkış yaptınız. 2. albümünüze bakıldığında ilk albümdeki kadar ilgi görmemiş gibi bir izlenim var. Bunun yanında ilk albümünüzü beğenen dinleyici kitlesiyle 2. albümünüzü beğenen dinleyici kitlesinde de bir fark gözlemlemiş bulunmaktayım. Tabi bu farkın oluşmasında albümlerin farklı olmasının da payı büyük. Hatta bir arkadaşıma sorduğumda iki albümü kıyaslasan ne dersin diye verdiği yanıt şu: "Kıyaslayamıyorum. Messi ile Puyol'u kıyaslamak gibi birşey" dedi. Sizce bu farkın sebebi ne? İki albüm arasında özellikle sözlerde de farklılaşma var. Farkın oluşmasında bunun mu etkisi fazla yoksa müzikal bir değişim söz konusu mu?

6) Amatör gruplar içinde beğendiğiniz gruplar var mı?

7) Türkiye'de denenmemiş olan, ama sizin yaptığınız gibi bir patlama yapabileceğini düşündüğünüz müzik türleri var mı?

8) Dinleyici kitlenizden memnun musunuz? Şarkılarınızda dinleyicilerinize özel olarak vermek istediğiniz mesajları aldıklarına inanıyor musunuz? Müziğinizin her kesim tarafından dinlenmesini ister misiniz?

9) Konserlerde çalmaktan en çok keyif aldığınız ve seyircilerle aranızda en iyi uyumu sağlayan parçalar hangileri? En çok nerelerde verdiğiniz konserler sizleri şaşırttı? Özel şehirler var mı konserlerden daha keyif aldığınız?

10) Kendi adıma konuşacak olursam; yaş ilerledikçe konserlerden aldığım tatlarda farklılaşma oluştu. Eskiden konsere gideyim hoplıyım zıplıyım gibi bir düşüncem vardı. Artık eskisi gibi keyif almıyorum. Sizler hem dinleyici hem de müziği icra edenler olarak baktığınızda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizlerde de benzer durumlar oluştu mu?


11) İlk albümünüze göre şarkı sözlerinde farklılık dikkati çekiyor. Mesela akrep klibinizdeki imaj değişikliği de oldukça dikkat çekici.
Bu farklılık önceden planlanan bir şey miydi? Yoksa şartlar mı öyle gelişti diyelim. 2. albümde sosyal mesaj içeren şarkılar fazlaca bulunmakta. İlk albümünüzde de bu tür şarkılar fazlaca bulunmuş olsaydı yine aynı çıkışı yapabileceğinizi düşünür müydünüz?

25 Ekim 2010 Pazartesi

Farkındalık & Mutsuzluk

Dün gece bir başka blogta okuduğum yazı üzerine yazıyorum bunları. Orada okumaktan yola çıkarak yazmış yazıyı Ceren. Benim kitap okuma alışkanlığım olmadığından daha farklı bir yönden bakıcam.

Benim gibi olan, benim düşünce yapımda olan birkaç arkadaşımla daha önce konuştuk bunları. Hepsiyle de aynı fikre ulaştık hep; "Biz böyle mutsuzuz, hayattan pek beklentimiz de kalmamış ama yine de iyi ki böyleyiz!"

Hayattan beklediğini bulamamış, denedikçe yanılmış, hayal kırıklığına uğramış kişiler olarak sahiptik bu fikirlere. Denemekten yorulmuş bir hale geldik tabi en sonunda da. Bu denemelerde de hep birşeyler öğrendik. Öğrendiğimiz şeylerin başında da yalanlar geldi hep. O yalanları gördükçe daha da nefret ettik insanlardan, yaşam şekillerinden. Her defasında sadakatsizliği de gördük.

Liseyi bitirdiğimdeki ben ile şimdiki ben arasında dağlar kadar fark var. Eğer ki liseden sonra üniversite okumamış olsaydım o lisedeki adam olmaya devam edecektim büyük ihtimalle. Herşeyi hayra yoran, hayırlısını bekleyen, fazla araştırmayan, mutlu olduğunu zanneden, yalanları öğrenmeden yaşayan. Aileden gelen bir düşünce yapısına sabitlenmiş olan. Hayata bakışında kendi yorumunu katamamış olan. Ben bilmem büyüklerim bilir diyen. Böyle olma ihtimalim vardı. Olmayabilirdim de. Ama üniversitenin o yapıdan çıkışıma katkısı yadsınamaz kesinlikle. Sonuçta kendi özgürlüğümüzde yaşıyoruz. Kimsenin etkisi altında kalmadan araştırma, okuma, öğrenme şansına sahibiz. Hayatı farklı bir yönden tanıyoruz. Direkt olarak "yaşama koşuşturmasının" içine girmeden gözlemleyebiliyoruz koşuşturmanın içindeki insanları. O koşuşturmanın içinde olsak belki bizlerde onlar gibi olacağız, olacaktık.

Evet okumak,bilmek,öğrenmek insanı daha mutsuz hale getiriyor. Bu nedenler arasında beni en rahatsız edenleri de yalan dolanlar ve sadakatsizlikler. Bu farkındalığa kavuştukça daha da sinirli bir insan haline de geldim. Çok sakin ve zor sinirlenen biriydim normalde. Yine öyle sinirli biri değilsem de insanları gördükçe daha fazla kızar oluyorum.

Düşünürüm ara sıra böyle bilen, öğrenen, farkında olan biri değil de daha normal ve sıradan bir insan olmak ister miydim diye. Verebildiğim cevap hayır oluyor hep. Bu farkındalık bana mutluluk değil aşırı mutsuzluk veriyor olmasına rağmen -salak bir şekilde mutlu olduğunu zanneden biri olmamak- iyiki böyleyim diyorum.

Zira bu dünyada yalanlara inanan bir mutlu birey olmak eninde sonunda patlak verecektir diye düşünüyorum. Ve o mutlu insanlara bakışım bazen nefret içeriyor. Aslında insanlara genel olarak bakışım da öyle.

Bu farkındalıkla, öğrenme ile kendimi de keşfediyorum. Bazen "istesem her şeyi yapabilirim" diyorum. Ne olursa olsun olabilirim bu ülkede mevki olarak. Ama öğrendikçe gördüklerim yüzünden böyle birşey yapma isteği de kalmıyor içimde. "Bu insanlar için neden birşeyler yapayım ki?" diyorum. Onlar beni anlamayacak, ben onlara anlatamayacağım. Zaten birşeyler anlatabilmem, toparlanabilmem için gücüm de yok. Tüm bunlardan sonra köşeme çekiliyorum. İzlemeye devam ediyorum. Bazen bunalıyorum, bazen gülüyorum ama daha çok susuyorum.

Hiç sevmesem de bunu yapmayı bu aralar yine günü kurtarıyorum.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Sıkıntıdan


Agresifim.
Kompleksliyim.
Ekşi Sözlük yazarıyım.

Yukarıdakilerden ikisi yanlış, biri külliyen yalan, biri bazen doğru olabilir, biri önemsiz ayrıntı.

Ha bir de bu sıkıntının içinde bunu dinliyorum tabi.

14 Ekim 2010 Perşembe

Uzatmalı Sevgilim


3. uzatma yılında olunca tadı kaçan eylem haline geldi artık. 1 yıl uzatmak mazur görülebilir. Hani dersin bi daha mı okucaz, bi daha mı yaşıcaz üniversite hayatını, özgürlüğünü, rahatlığını filan. 2. yıl bile mazur görülsün hadi. Görülmez ama. 2. yılda da en azından konuşacak, muhabbet edecek arkadaşlar kalmıştı.

Geldik 3. yıla. En acısı da bu ve bundan sonraki seneler işte. Bugün ilk kez okula gittim bu dönem. Kendi dönemimden kimse kalmadı artık. Taha kalmış olsa yeterdi bana. Ama o da bitirdi geçen dönem. Konuşacak bir adam bile yok okulda artık. Dersi beklerken tek başımaydım, derste bi köşede tek başıma oturdum. Dersten çıktım kantine indim. Eskiden kantindeki masaların yarısı tanıdık olurdu birine çökerdik. Şimdi bir tane bile yok o tanıdıklardan o masalarda. Ve tek başıma oturabilmek için bile boş bir masa bulamadım. Evin yolunu tuttum çaresiz. Hissedilenler iyi şeyler değil şüphesiz ki.

Artık iyice sıkıcı hale geldi okul. Haftada tek bir derse gireceğim için şanslıyım en azından. Bunları daha az yaşayacağım.

Bakıyorum etrafa. Okula bu sene gelenler 92 doğumlu. Bebeler mebeler filan diye geçiriyosun ya içinden. 6 sene önce biz de o bebelerdendik. Uzatmaları görünce oha o kadar da nasıl uzatmışlar ki derdik.

6 sene ne çabuk geçti. 7. yıla başladık. 8'i görmesem bari artık. Eşşek değilsem görmem. Bu sene sonunda anlayacağız bakalım.

Bu sene bitiyo mu diye soranlara verdiğim yanıt gibi? "Eşşek değilim ya? Bitiririm heralde."

12 Ekim 2010 Salı

SMS Dolandırıcılığı


Telefon dolandırıcıları yine iş başında. Telefonuma gelen mesaj aynen şu şekilde.

TEBRIKLER! Hediye KOL SAATI kazandiniz. HEMEN 02122178855 i arayin. Hem kol saatinizi alin, hem de Elektirik faturanizda indirimden yararlanin. 02122178855

Mesajın geldiği numaraya cevabım; "Ulan önce elektrik yazmayı öğrenin."

11 Ekim 2010 Pazartesi

Kayboldum Sanki Yine Gören Var Mı?


Az önce başardığım bu kaybolma hikayesinde ben çok eğlendim. Çeliktepe diye geçen, Gültepe Merkez'e daha yakın olan Mehmet'lerin yeni evini bulma konusunda hala sıkıntılarım var. Sabahtan akşama kadar evde durmaktan sıkılınca bi dışarı çıkayım hava alıyım dedim. Sonra internet cafeye girdim oralarda bir yerde. Kaybolma hikayesi de böyle başladı. Eve giden yolu sadece 4. levent metro çıkışından bulabildiğim için metro'yu bulayım diye uğraştım. Nasıl becerdim, nasıl o tarafa gittiysem Kanyon'da buldum kendimi. Orası da Levent metro hattı üzerindeymiş öğrenmiş bulundum. Madem metro'ya biniyorum bari Mecidiyeköye gideyim de Mediamarkt ya da Darty'den mp3 player bakarım dedim.(Senelerdir discman'le idare ediyorum da.) O kadar dolandım. En azından birine Mecidiyeköy'de daha önceden gittiğime emin olduğum bu iki mağazadan birini bulamadım. Sonunda da sıkıldım ve yine internet kafeye geldim bunları yazdım. Eve dönerken de bir kaybolma hikayesi daha yaşayabilirim. Aslında çok eğlendim, bi daha kaybolcam karar verdim. Selametle.

Bahtsız Bedevi


Son iki üç gün ve geçmişteki yaşadıklarımdan da yola çıkarak evet Bahtsız Bedevi'yim.

Gelelim son 2-3 güne. Ersin'in yanına gidiyorum İzmit'e. Terminalden bindiğim minibüsün doğal olarak İzmit'te terminale gireceğini ümit ediyorum. Ama adam bunu söylemiyor, ek olarak da İzmit'in baya bir ücra köşesinde soruyor sen terminalde mi inecektin diye. Evet diyorum. Biz terminale girmiyoruz diyip sen burda in şu yeşil minibüsler terminale gidiyor diyor. Ersin beni terminalde hala bekliyor. Ben o lanet olası yeşil dolmuşa biniyorum. Terminale gidene kadar İzmit Merkez'in her köşesini gösteriyor bana. Ersin terminalde 1 buçuk saat bekledikten sonra yanına gidebiliyorum. Sanki terminalden başka bi şehire gidicez de orada buluşuyoruz. Ama İzmit Merkez'e Ersin de çok aşina olmadığından, yine en rahat kaybolmadan buluşabileceğimiz yer başta kararlaştırdığımız Terminaldir diyorum.

Sonuç olarak Terminal'e varıyorum 2 saatlik rötardan sonra ve eve geçiyoruz. Karnımız aç bişeyler hazırlayıp yiyeceğiz. Patates kızartalım diyoruz. Ocağın olduğu masa 20 derecelik bir açıyla yere baktığından bize uyarıyı veriyor aslında. Patatesleri kızartırken o fritöz telinden dolayı kızaramayan patatesler için o teli alıp direk tencereye dökelim patatesleri diyor Ersin. Döküyorum ve o anda nasıl yanlış bir karar verdiğimizi anlıyoruz. Tava yere düşüyor. Yer ve duvar yağlanıyor. Patatesler de yerde tabi. 1 saat temizlikle uğraştıktan sonra dışardan Pide söylüyoruz.

Ersin duvardaki yağ izini göstererek; "boyayacaksın o duvarı" diyor.
Ben: "Ne boyıcam lan, mis gibi yağlı boya oldu işte duvarın" diyorum ve kopuyoruz.

Burdan sonrasının bedevilikle pek alakası yok rutin olaylar.

Gece boyunca Pes 2010'da ezeli rekabet haline gelen çekişmemizde Gana - Uruguay maçlarını oynuyoruz. Gana benim tabi. Asamoah Gyan adamım. Ersin'e sen de bi `zenci power` al diyorum. Fildişi Sahilleri'ni alıyor ve esas rekabet böyle başlıyor.

İstanbul'a geliyoruz Cumartesi günü. Akşam Kurban Konserine gidiyoruz. Muhteşem bir konserdi.

Az daha hakim'i çalmadan gideceklerdi ki ekstraya eklediler. Kurban'ın en sevdiğim grup olmasının nedenini de bir kez daha anladım bu konserde. Konserden çıktığımızda sesimiz de çıkmıyodu. Seyirci de gayet iyiydi. Deniz de, seyirciyle iletişimi de aynı şekilde.

Konserle alakalı bundan bahsetmezsem olmaz. Konserde az yanımızda kolonun dibinde bir çift vardı. Sevişmek için otel yerine yanlış adrese gelmişler. Tipe göre yorum yapmayı da yapanları da yanlış bulurum ama adam İbrahim Tatlıses konserine bile gitse abes kaçar, öyle bir adam. Konser boyunca ne bi şarkıya eşlik etme, ne zıplama, ne sahneye bakma. Birbirine tutkalla yapışmış gibi sarılmış bir halde sık sık öpüşerek durdular. Adamın ifadesi Guiza'nın gol kaçırdığı anlardaki ifadenin aynısı.

Ertesi gün Ersin İzmit'e geri dönecek. Haydarpaşaya gitmek üzere evden çıktıktan az sonra polis çeviriyor yolda, üst başımızı arıyor ama nasıl bi arama. Özellikle beni tabiri caizse donuma kadar arıyorlar. Hapçı tipi filan mı var lan bende?

Şimdiye kadar İstanbul'dan uğurlayan Ersin, uğurlanan ben olmuştum hep. İlk defa ben Ersin'i İstanbul'dan yolcu ediyorum. Bu garip hissiyatla beraber Taksim'e geçiyorum. Yine tulumcu çocuklara rastlıyorum. Yarım saatlik bir ufak konser tadında geçiyor zaman. Yanlarına oturuyorum, onlarla söylüyorum türküleri. Kazım'dan, Gökhan'dan, Birol'dan çalıyorlar.

Bu da blogun ilk yazısı. Bedevilikle başlamışım yazmaya.




5 Ekim 2010 Salı

İşSizsiniz

İşi bıraktım gün itibariyle. Başlangıcı zor olan, fiziksel olarak işin zorluğu, zihinsel olarak ise farklı bir özel durumla başlamıştım işe. Sayarken söverken, sabah 8:30'dan gece 2-3'lere kadar çalışırken, nasıl geçecek burda bu kadar zaman derken 54 gün doldu bitti. İyi kötü günler oldu burada da. Daha çok iyiler vardı.

Özellikle iki kişiden bahsetmek istiyorum. Birincisi dünyada küfür etmek üzerine üstüne tanımadığım ve tanıyamayacağım bi adam Ayhan abi. Gördüğü canlı, cansız, kabahatli kabahatsiz herşeye söver mi bi insan. Otomatiğe atıyolar sanki uyanınca adamı. Öyle sövüyor. Diğeriyse sıyırık şahıs İlhami(Hakkaten sıyırık yalnız, kafayı yemeyi başarmış keşke ben de başarabilsem onun kadar). 10 dakikada bir sigara ister. Günde bu şekilde en az 3 paket sigara içer. Alakasız anlarda alakasız sorular sorar. Misal: "Abi bu Düzce'de Nusrettin Mahallesi var ya abi, Nasrettin Mahallesi niye yok?" Bunu ben uydurdum onun tarzına uygun bir soru. Sorduğu bir soru ise şöyleydi: Şen Piliç reklamının şarkısı söylerken kendi kendine. Durdu ve; "Şen Şen Şen piiiliiiiiç, Şen Piliç nerde Ayhan abi?". Ayhan'a sorulacak soru mu bu? Ayhan da başladı "Ne biliyim ben Şen Piliç nerde İlhami a....". Şen Piliç'ten girdi, Horoz'dan çıktı söverek. Böyle daha niceleri vardı işte. Bu işte çalışmama şaşıranlar da oldu. Şaşılacak şey değil ya; "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." demiş atalar. Yapacak daha iyi bir iş yoksa ve bulamıyorsanız bulduğunuzu yapacaksınız. İşsizim diyip çekilmekle olmuyor kenara.

Yeniden işsizler ordusundayım. Ama atık bir öğrenci olarak. Yeniden okul yolları, evde yemek yapmalar, bulaşık yıkamamalar, dağ gibi olunca "ulan bi daha böyle olmıcak bundan sonra yenilen yıkancak" diye başlayarak yıkanan bulaşıklar ve hepsinden önemlisi Bizim başladığı senaryoyu hiç bitiremeyen "Senaryo" ekibiyle bitmek bilmeyen muhabbetler. Senaryoların bitmeme sebebi de sonunu getirememek değil tembellik elbet.

Bir şeye kavuşurken, diğerinden kopuyoruz ne yazık ki. Ailemle bu kadar uzun zaman birlikte olmayalı baya olmuştu. Buraya da alıştım çok; anneme, kardeşlerime. Annemi bırakıp gitmek de zor oluyor her defasında. Gözlerinden damlayan yaşlara, içim cız ederek bakabiliyorum sadece. Ne bir söz, ne bir teselli.

Annemin yemeklerinden son kez yiyeceğim yarın akşam. Bir daha uzun zaman boyunca lahana çorbası, ziron, kuymak ve daha bunların dışında bildiğiniz bir sürü yemek yok. Hadi ben kuymağı Öğrenci evimizde de yapıyorum ama annemin yaptığıyla bir olmaz ki.

Sivil hayata alışmıştım baya, belediye otobüslerine bile sivil parası ödedim tüm yaz. Yeniden öğrenci tarifesine dönüş başlıyor.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Bir Şortun Önemi


Bu kez kemere ihtiyaç duyulmayan bir problemdi şortun başına gelen. Arka taraf(kıç tarafı) yırtıldı. Buna karşı çözümüm de gecikmedi. Aynı renkte bir başka şortu(kısa deniz şortu) içine giydim. 1 hafta boyunca bu yırtık şortla bu şekilde çalıştım. 1 insanoğlu bile farkına varmadı şortun yırtık olduğunun. 3'lemeyi tamamladım artık şortlarla ilgili bir problem yaşamak istemiyorum. Zaten daha ne yaşayabilirim ki?

He bu arada şortun düğmesi hala dikili değil, kemerle idare ediyorum.Düğme cepte duruyor, sıkıldıkça elime alıp oynuyorum.

Bir İğnenin Önemi

Bir Naylonun Önemi

2 Ekim 2010 Cumartesi

Endüsttürü Hayatım


Denek hayatlar yaşıyoruz zaten. Bu denek hayatların yanında benim bir de Endüsttürü Hayatım var. Yarın yaz döneminde geçici olarak (okul harcını ödeyebilmek ve kredi kartı borcunu biraz olsun hafifletebilmek için) çalıştığım kola dağıtımı işini bırakıyorum. Endüstri Mühendisliğinde 6 yıldır okuyorum, 7. seneye başlayacağım. Yanımdaki arkadaşım Mehmet. Orta okul, lise sınıf ve sıra arkadaşım, daimi dostum. O da bu yaz, yaz okulunda bitirdi Endüstri Mühendisliğini 6. senesinde. Aralık'ta askere gidecek. Askere gidene kadar o da geçici, idarelik bir iş buldu. Bir dinlenme tesisinde yoruluyor kendisi. Çay getirip götürüyor. Blogun adına da uygun bir iş. Benim orada olmam lazımdı esasen. Neyse geyiği bırakalım. Bugün onun çalıştığı dinlenme tesisine biz kola götürdük. Bir Endüstri Mühendisi ve 1 yıl sonra geç kalmış da olsa Endüstri Mühendisliğini alacak olan iki adam bu iki işte çalışıyor. Bana göre güzeldi bugün hissettiklerim o anda. Eğlendik, güldük baya bir.

Sonuçta hayat işte, Endüsttürü hayatımız.

Kapri ve 40 yerden delinmiş Converse ayakkabılarım da ışıl ışıl. Seneye yaza diğer işçiler de kapri giyelim sıcakta daha rahat oluruz diyorlar. Bence güzel fikir.