Okumadan Geçme

Facebook

22 Ocak 2012 Pazar

Peşpeşe 5 tane yazı yazdım, 3-4 ay benden bişey çıkmaz artık. Bi de hepsi askerlikle alakalı, çok sıkıcı, çok banal, ay öf.

Askerlik #5 İlk Ceza

Bu yazı biraz uzun ve sıkıcı olacak.

91 kişilik bölükte haftasonu çarşı iznine çıkamama cezasını ilk yiyen kişi ben oldum. Ama nasıl oldum? Bak bu kısmı güzel, Türkiye'nin özeti bi' nevi.

Yemin töreninden sonra bizlere ailelerimizin gelmesi şartıyla evci çıkabileceğimizi söylediler. Yemin töreni perşembe günüydü. Pazar gününe kadar evci izni verdiler ama arada Cuma günü hafta içine denk geldiği için gıcık bir durum oluştu. Perşembe ailesiyle evci iznine çıkan kişi, Cuma günü yeniden ailesiyle nizamiyeye gelecek ve Pazar gününe kadar tekrar evci çıkacak. Evci izninin bir de şöyle bir şartı vardı ki; en önemli noktası da bu. Evci çıkan bizler Nizamiye'nin olduğu yer olan Polatlı dışına çıkamayacaktık. Yani Polatlı'da bir otelde ya da varsa bir akrabanda, arkadaşında kalmak zorundasın Perşembe'den Pazar'a kadar. Tabi bu olması gereken ama, kimsenin uygulamadığı bir şeydi. Evci çıktığımız kağıda da Polatlı'da kalacağımız adresleri yazdık ve krokisini de çizdik, daha hiç görmediğimiz, gezmediğimiz şehrin otellerinin. Sadece Perşembe'yi Cumaya bağlayan gece (böyle yazınca mübarek Cuma gecesi diyecek gibi oldum) Polatlı'da kalan olmuştur küçük bir ihtimalle, eğer Ankara'da ya da yakın illerde kalacak yeri yoksa. Bunun yanında komutanlarımız da bize "bizim sizin otellerde olup olmadığınızı kontrol edecek halimiz yok" dediler. Yani aslında onlarda da "gitmeyin diyoruz ama gideceğinizi biliyoruz" diyorlardı bir nevi. Hatta bir başkası "önümüzdeki hafta dersleriniz başlayacak, derslerde size hesap makinesi lazım olacak, evinize gidince hesap makinelerinizi de getirin" dedi. Neyse işte bu kadar bariz olan bir durum söz konusuydu. Törenden sonra annemlerle beraber çıktım ben de. Anneannem hastanede yattığı için annemler o gün törenden hemen sonra geri dönmek zorunda kalmışlardı. Ben de bu durumda Ankara'da Önder'in yanına gittim ve onlarda kaldım. Cuma günü de geri döndüm ve nizamiyenin içinde geçirdim hafta sonu gecelerini. 1 hafta sonra öğrendik ki Merkez komutanlığı herkesin Polatlı'da kalacağını beyan ettiği otellere baskınlar yapmış. Otellerde kalmayan 65 kadar kişinin ismini almış ve bölük komutanlığına vermiş. Bu durumun sonucunda da bu 65 kişiden savunmaları istendi. Kimseye de ceza verilmeyeceği söylendi. Büyük çoğunluk savunmasına "daha önce yer ayırttığım otelde boş yer kalmadığından; başka bir otelde kaldık/memleketimize gittik" gibi şeyler yazdı. Ben ise olanı aynen yazdım: Anneannem yemin töreninden iki gün önce hastaneye kaldırıldığı için, daha önce planladığımız şekilde Polatlı'da kalamadık. Ailem yemin töreninden sonra memlekete döndü ve ben de Ankara'da arkadaşımda kaldım." Bu savunmama cevap olarak ailemle birlikte kalmadığım için 1 hafta sonu çarşı iznine çıkamama cezası verildi şahsıma. Suçu işleyen 65 kişi, kimin ne yaptığı belli, ama kağıda yazılan savunmaya göre verilen ceza farklı. Ben de herkes gibi yalan yanlış yazsam bir sorun olmayacak, ceza filan da almayacaktım. Komutan beni gördüğünde "ne yaptın olm sen" dedi. "Tekrar yazdırsanız aynı şeyi yazarım komutanım" dedim, güldü komutan, "Laz mısın olm sen, kendimden biliyorum, öylesin tabi" dedi, komutanımız da Trabzonlu, çok da iyi bi' insan. Burada ceza verilmesinde şahıslarla alakalı bir yanlışlık yok zaten, sistemle alakalı bir sorun var.

Tüm bölük adımı öğrendi bu durum sayesinde. Yaptığım şey, yani yazdığım savunma çoğu kişiye göre mallıktı, öyle yazılır mıydı, ceza verirlerdi tabi öyle yazarsam. Siz de mal diyebilirsiniz, zira ben de kendime sıkça bu sıfatı yakıştırıyorum, bu yaşadığımda değilse de. Neyse.. Hayatımda ilk kez böyle kalabalık bir ortamda, oluşan bir durumda tek başıma kaldım. Koca okullarda, dersanelerde, ne 1.liğim olmuştu, ne tek başıma aldığım bir ceza, öne çıktığım herhangi bir şey. Bu hissiyatı yaşamam açısından da tatmin ediciydi. Zaten dışarıya çıkamamak ceza değildi ki benim için aslında, 7 yıllık üniversite hayatımın büyük kısmı evin içinde geçmişti, asosyalliğin dibine vurmuş bi adamdım. Gençlerin üniversitede okuduğu yıllarda; "Ben özgürüm, sadece özgür!" modunda takıldığı zamanlarda, ben evden dışarıya sadece markete gitmek amacıyla çıkıyordum bazı 10 günlük periyotlarda. Benim özgürlüğüm evde camış gibi, fütursuzca uyumak, uyumasam bile amaçsızca yatmaktı, ultra rahat, tek başıma yattığım çift kişilik yatağımda. Uyumaktan arta kalan zamanları da bilgisayar meşgul ediyordu işte, klasik.. İşte bu yüzden çarşı iznine çıkmama cezasını ceza olarak görmüyordum, rahat rahat yatar uyurum diye düşünüyordum, hafta içi sabahın 6'sında NTV bile güne başlamamışken(meraklısına not: NTV'nin güne başlarken isimli programı sabah 7'de başlıyo) biz yatak toplayıp, kahvaltıya doğru yola çıkıyorduk. Neyse işte askerde en çok özlediğim şeylerden birisi de 10 küsür saat boyunca uyumak, uyumasam bile yatakta amaçsızca yatmaktı. Ama öyle olmadı. Cezanın ilk günü olan Cumartesi günü saat 12'de uyandırdılar ve nöbetçi subayın yanına gitmem gerektiğini söylediler. Cezalı olduğum için ve içerde olduğumu görmesi için 2 saatte bir yanına gidip gözükmem gerekiyormuş kendisine. Aslında saat başı gitmem lazımmış da "2 saatte bir gel sen" dedi, hayırsever teğmen. Bi' de eşofmanlarla değil, askeri kıyafetleri giyip gitmem gerekiyormuş yanına. Neyse 2 saatte bir akşam 8'e kadar gidip gözüktüm yanına. 8'de gittiğimde "tamam artık gelme" dedi. Yalvardım, "nolur komutanım, sabaha kadar 2 saatte bir gelmeye devam edeyim, çok sevdim ben size görünmeyi" dedim, ikna edemedim.İlk gün böyle biterken anlaşıldı ki, ceza dışarı çıkamamak değil, saat başı komutana gözükmekmiş. Ama asıl ceza bu da değilmiş. Pazar günü gösterdi kendini asıl ceza. En azından saat 12'ye kadar uyumayı umarken, 10:30'da uyandırdılar bu kez. Günün nöbetçi subayı 2 saatte bir yanına çağırmaktansa, sürekli yakınında tutmayı tercih etti beni. "Gelsin gözümün önünde dursun, burada etüd yapsın, ders çalışsın" demiş. "Gözünü sevdiğimin komutanı" dedim uyandıran arkadaşa. Bir önceki yazıda derslerden, sınavlardan bahsetmiştim. O derslerden birine çalışmam için çağırılmıştım oraya. Yarın harita okuma dersinden sınav var. Sanki harita uzmanı olcam amk, alim olcam sanki, çalışmadım. Oturdum 2 yıldır kitap okumayan-okuyamayan(birkaç denemem oldu fakat 100. sayfa civarında kalmıştı) ben sonunda kararlı bir şekilde Kurtlar İmparatorluğunu okudum, kitap çoktan yarılandı ve sonunu görcem bu kez. Bu satırları da nöbetçi subayın ders çalışmam için getirttiği yan odasında yazdım, kitap okumaktan sıkılınca.

15.01.2012

Askerlik #4 Tövbe

4 yıllık lisans bölümünü 7 yılda bitirebilen biri olan bana arada bir "yüksek lisans düşünüyo musun" diye soran densizler oluyordu. Onlara cevabım "ben bi' daha okulun önünden geçmem", puanım ise sıfırdı, dohuz veremezdim kankam değillerdi. Zaten kanka denilen şey ne boktan şey lan. İnsanlar daha tanıştıkları gün diyolar bunu birbirlerine. Ganga, kanki, kankeyta şeklinde yöreden yöreye değişiyor söylenme şekilleri. Bu kısa "kanka" analizinin ardından devam edeyim. Ben o densizlere "bi' daha okulun önünden geçmem" cevabını verdim, büyük konuştum ya, başıma geleceklerin davetiyesini de kendim çıkardım. Daha önce üniversiteyle alakalı olan büyük konuşma maceramı ve sonuçlarını yazmıştım, yeterince ders almamışım demek ki. Askerlik için gideceğim yerin sonuçları açıklandı, baktım; "Topçu ve Füze Okulu" yazıyo, Topçu Asteğmen olacaksın diyo. Ama ilk başta o kadar fazla da önemsemedim. "Ne de olsa askerlik lan bu, ne kadar okul olabilir" moduna soktum kendimi. Yedek subay yani asteğmen olarak yapacağımı hesaba katmadan girdim o moda. Medyanımı alıyolar şimdi burda. D ile Y'nin yerini yanlış yazdım sanmayın lan. Meydan değil, medyan. Bu mal da kendince kelime oyunu yapıyo diye düşündüğünüzü duyar gibiyim sevgili siviller. Neyse o girdiğim mod yemin törenine kadar geçerliydi. Yemin törenine kadar olan 18 günlük sürecin ilk 10 gününde ağzımıza sıçtılar tabiri caizse. Yemin töreninden birkaç gün önce bir söylenti çıktı ortaya. Söylenti demişken sanki fısıltı gazetesinde çalışıyoruz amk. Sürekli biri bir şeyler duyuyo ya da uyduruyo. 2 gün o söylentiyle geçiyo muhabbetler. O söylenti uydurulmuşsa uyduran bile inanıyo bi' süre sonra söylediğine. Her boku biliyo geçinen tipler herkesi aydınlatma görevi üstlenip kendi aralarında çelişiyolar, tartışıyolar filan. Hiç sevmiyorum bu tip çocukları ya. Konuyu yine piç ettiğimin farkındayım, törenden önce çıkan söylenti; "törenden sonra rahatlıcaz, derslere girip çıkcaz neredeyse normal öğrenciler gibi" şeklindeydi. Bu söylenti doğru çıktı. Derslere girip çıkmaya başladık, ama günde 8 saat. Günde 8 saat ders mi olur lan? En son lisede girmişimdir belki 8 saat derse o da şüpheli. Bi' de bazı dersler uygulamalı ders ve dışarıda işleniyo. 2012'nin Ankara'sında, Polatlı'nın göbeğinde -15-20 derece soğukta, 8 saat boyunca ayakta dikilerek ders gördüğümüz oldu. Derslerin arasındaki 10 dakikalık istirahatlerde, kendini ısıtamayan ufacık kaloriferlerle 10 kişi ısınmaya çalışıyoduk. Tüm bunların üstüne bi de sabah 6:50 ile 7:20 ve akşam 19:30 ile 20:10 arasında serbest çalışma adını verdikleri, katılmanın zorunlu olduğu etüdler var. Bu mu lan rahat? Ben üniversitedeyken her gün 8 saat derse girseydim, bilim adamı olurdum, alim olurdum. Burda devamsızlık yapma hakkı da yok. Ders olan yerde sınav da oluyor haliyle. 2 gün sonra ilk sınavımıza gircez buradaki. Herkes çalışma salonunda oturmuş ders çalışırken, ben bu satırları yazıyordum 3-5 kişinin okuyacağı.

14.01.2012

Şimdi burada birkaç da fotoğrafımı paylaşmak isterdim şunun gibi;

ya da şunun gibi;

Şaka lan şaka, ne isticem.

O değil de, senelerdir topçu olmak vardı diyip durduk arkadaşlarla. Topçu oldum evet ama, kastettiğim topçuluk bu değildi lan!

Şubat sonuna kadar Ankara Polatlı'dayım. Sonrasında gideceğimiz yer için kura çekicez, yine Göteborg'la eşleşmesek bari.

Son olarak; "bana asgari ücret versinler, ömür boyu öğrenci olurum, hatta öğrencilikten emekli bile olurum" demiştim daha üniversite bitmemişken. Sessiz ve sadece kendi çevremdeki insanlara söylemiştim ama birilerinin kulağına gitmiş ve ciddiye almışlar galiba.

Askerlik #3 Nefret

Arada bir dünyevi zevklere kaptırıyorum kendimi. Film izliyorum, futbol oynuyorum filan. Sonra geçiyo. Sonra geliyoruz kürkçü dükkanımıza. İnsan öldürmeyi öğretmeye çalışıyorlar bize. Başka yerlerde, başka insanlara beni öldürebilmesi için bir şeyler öğretiyorlar. Tüm bunları düşününce ben yine yaşamak istemiyorum. Bize bunları öğretirken övünüyorlar bazen, yaptıkları (sağdan soldan kopyalayarak) silahlarla. Şu kadar km menzilli, bu kadar alanda etkili diye. Bu silahlara harcanan paralardan bahsediyorlar. O paralar aç insanlara yardım için kullanılsa, insanların eğitimi için kullanılsa, o silahlara hiç ihtiyaç duyulmasa. En azından bir dünya hayal etseydim buna benzer bir hayal olurdu sanırım.Ama insana ve insanlık tarihine bakınca da böyle bir dünyanın olmadığını ve olamayacağını da biliyorum. İlla ki rahatsız birileri çıkıyor ve oluyor savaşlar. Bunlar olunca da orduların varlığı da kaçınılmaz oluyor.

Ben bir savaşın ortasında kalsam ve ölecek ya da öldürecek pozisyonda kalsam öldüren olamam kesinlikle. Dünyayı, ülkeleri yönetenlerin bilmediğimiz çıkarları uğruna, insanların birbirini öldürmesini de anlayamıyorum. Bir insanın eline zorla silah verilmesini, askerlik yapması için hayatından 15 ay çalınmasını (uzun dönem erler), vatani görev, kutsal görev adıyla o insanlara tuvaletlerin, yerlerin temizlettirilmesini anlayamıyorum. Aslında anlaşılmayacak bir şey yok, bedava iş gücü, anlayamadığım bu zihniyet.

İşte tüm bu anlattıklarımı düşünüyorum ara sıra, canım sıkılıyor, daralıyorum. Tarih boyunca savaşları çıkaranlara sayıp sövüyorum. - 25 derecede yapılan eğitimlerde; insanların savaşmak için çektiği eziyetleri bizzat yaşadığımda, insanlığın ne MAL olduğunu anlıyorum bir kez daha. Yaşadığım bu dünyayı hiç sevmiyorum. Yaşamaktan genel olarak hiç keyif almıyorum, sadece günler geçiyor. Buradaki arkadaşların "bu askerlik bitmez" isyanları arasında içimden hep "biter, bu da biter, her şey biter,, bu dünyada bitmeyen bir şey yok" diyorum. Şimdilik içerisindeki bu anlayışa çok zıt düştüğüm bu günlerin bitmesini bekliyorum.

İnsandan örülmüş duvarlar içindeyim.

09.01.2012

Askerlik #2 Başlangıç

Teslim olmamla beraber, tamamen farklı bir dünyaya girmiş olmanın verdiği yabancılık hissi, çekingenlik vardı. Kamuflajları almaya gittiğimizde üniversitede aynı bölümde bir üst dönemim olan arkadaşımı gördüm. Ben 7 yılda bitirmiştim ya, o 8 yılda bitirdi, aynı senede bitirdik yani. Bitirdiğimiz kesinleştikten sonra da helalleşmiştik, ama hayat bu ve tesadüflerin ne zaman ne yapacağı belli olmuyor işte. Askerliğimiz aynı yere çıkmıştı, aynı bölükteydik ve üstüne üstlük aynı koğuşa da düşmüştük.

2 haftalık askerliğin yarısı beklemekle geçti heralde. Kıyafet alırken bekle, fotoğraf çektirirken bekle, yemek sırasında bekle, revire kontrole git bekle, içtimada bekle- günde 4-5 tane içtima oluyordu heralde bu 2 haftalık süreçte, nasıl bir çileydi-. 2 haftada 100 küsür tane imza atmışızdır önümüze konan kağıtlara. Kimisi de okuyup imzalama derdine düşmüş. Sanki imzalamama gibi bi' hakkı varmış gibi?! Arada bir okunan talimnamelerde yasaklardan bahsediliyor. İlk 3-4 cümleyi dinledikten sonra; "sıçmak da yassak mı gurban diyesi" geliyor insanın.

Askerlikle alakalı herkesin söylediği ortak şeylerden ilkidir heralde "askerde mantık yok" klişesi. Askerde madem mantık yok, daha kolay geçmesi için hiçbir şeyde mantık aramayacaksın ve hiçbir şeyi sorgulamayacaksın bu neden böyle diye. Ki aslında bazı şeylerin de mantığı var kendi içinde bakınca. O kadar kişiyi bir arada disipline sokmak için yapılan bazı şeyleri anlayabiliyosun. Bu dediğime inandım mı ben de bilmiyorum. Askere gelmeden önce en çok askerdeki şekilci davranışlar nedeniyle çekincelerim vardı. Askerlik şubesine gittiğimde şube başkanına çay götüren askerin odaya girerken ve çıkarken her defasında hazır ola geçip selam vermesi, sürekli herkese komutanım demek filan. Benim hiç gelemediğim türde şeyler bunlar. Ama bir süre sonra mecburen yapıyosun ve uyum sağlıyosun. Çok esnek yaratıklarmışız bunu anladım.

Mantıktan bir haber yok yine bana.

Arada bir kendimi La Vita é Bella filmindeki gibi düşünüyorum. Bunların hepsi bir oyun! Askerdeyken aklıma takım dendiğinde; TS,GS,FB veya BJK değil kaçıncı takımda olduğum, manga dendiğinde ise; japon çizgi romanları ya da müzik grubu değil kaçıncı mangada olduğum geliyor.

En çok özlediklerim; yalnız kalmak, müzik dinlemek, film izlemek, doya doya uyumak. Özellikle topçu marşından gına geldi. Yemin töreninde söylemek için ezberledik, millet gaza geldi, sabah akşam marşı söylüyo. Tam dilime sevdiğim bi şarkıyı dolamış oluyorum, pat yine topçu marşı. Sabah akşam beynimde topçu marşı çaldı 18 gün boyunca.

Ben askere gelirken; biraz kafamı dinlerim, askerlik sonrası ne yapacağım konusuna ağırlık veririm filan diyodum ama, burda insan kendisiyle başbaşa kalıp da düşünemiyor hiçbir şey kolay kolay. Hatta bildiğim şeyleri unutuyorum bazen. Garip bi kafa.


26.12.2011

Lan o bu değil de ben 40 gündür filan her sabah yatağımı topluyorum burada. 25 yıllık yaşamımda 10 kez yapmadığım ve askerlikten sonra -kaç yıl yaşarsam artık- 10 kez daha yapmayacağım şey.

Askerlik #1 Veda

Askere gelmeden önce evdeki son gecemde sanki bir daha o eve geri dönemeyecekmiş gibi hissediyordum. Biliyorum saçma ama öyleydi. O son geceyi hiç uyumadan geçirdim. Saatler ilerledikçe eve dönemeyecekmişim hissi daha da yoğunlaştı. Bir nevi idam saati belli olan bir mahkumun son saatlerini yaşaması gibi. Onlarca kişiden askerlikle alakalı duyduğum yüzlerce farklı şeyin etkisiydi bu heralde. Biraz da benim ara sıra gelen bohemlerin sonucu. En biraz da, sağlık durumu son aylarda kötüye giden anneannemin elini öperek veda ederken " ben belki bi daha göremem oğlum seni" demesinin etkisiydi. Birçok şey mideme bıçak gibi saplandı o son gece. Annem ve kardeşlerimle yaptığım o son kahvaltıda tek bir lokma yiyemedim.

Evden çıkıp otogara gitmek için servis beklerken, annemin kendini daha fazla tutamayıp ağlaması ikinci darbeydi. Annemin saklamaya çalıştığı gözyaşları, benim içimi yakıyordu. Hayatımda ilk kez bir yere yolculuğa çıkarken peşimden ağlayan kişiyle beraber ağladım ben de; "n'olur ağlama annem" derken hıçkırıkların arasında.

O son gecede ve sabahta şunu bir kez daha kesin olarak anlar insan: Annenin bir damla gözyaşının akmaması için bile yaşamalısın bu dünyada. Ve annenin ağlamasını engellemelisin hep. İnsan kendinden defalarca ümidi kesmişken, vazgeçmişken kendinden, bir sürü yanlış yapmışken bile annesi sonuna kadar güvenir, inanır evladına. Sen ne yaparsan yap,herşeyden vazgeçmiş ol, o senden yine de vazgeçmez.

26.12.2011