25 Ekim 2017 Çarşamba
Buyrun ya da buyurmayın, siz bilirsiniz
Kiminin gözleri hâlâ yaşlıydı, kimi bitse de normal yaşantımıza dönsek havasındaydı, kimiyse normal yaşantısına ara vermemiş; uzun zamandır göremediği insanlarla günlük muhabbetlerini gerçekleştiriyordu ölümün de yaşam kadar doğal olduğu gerçeğini bu tip törenlere defalarca katılmanın verdiği tecrübeyle kanıksamış olarak. Kimi “iyi adamdı” diyordu arkamdan, kimi haklı-haksız bana olan kırgınlığıyla buruk veda ediyordu, kimi yaptığım hatalardan dem vuruyordu.
Genelde hayatını ciddi kararlar alamamış, ciddi kararlar alanların arkasından bakmış biri olarak geçiren ben...(Umut Sarıkaya beni de gömdü bu arada) Ben artık olmadığım bir hayatın ne olduğunu sorguluyordum üzerimdeki beyaz örtüye toprak parçaları düşerken. Bir ömürdü ve bitmişti, benim için kolay olmuştu sanki gitmek, zaten ara sıra gelen gitme isteği gerçek olmuştu işte. Ama geride kalanlar... Geride kalanlarda bıraktığım üzüntü, buydu beni üzen, yoksa gitmekte ne var. Geride bıraktıklarımı özlemek var, ama dayanabilirim buna, nasılsa gelecekler yanıma, ben nasıl geldiysem şimdi benden öncekilerin yanına. Belki sevemediğim torunlarım, okuyamadığım kitaplar, izleyemediğim filmler var içimde ukde olarak kalacak. Belki en iyi kitabı yazamadım, en iyi filmi çekemedim, en iyi filmde oynayamadım ama gayriciddi de olsa iyi kötü bir hikâye bıraktım ardımda. Bir de Ed Wood ya da Haşmet Asilkan kadar cesur olabilseydim, daha rahat ölebilirdim.
25 Temmuz 2017 Salı
İsmail Abi
29 Kasım 2016 Salı
The Big Çakowski
Anadolu lisesindeki ilk yılımızda hazırlık okuyorduk malum. Daha okulun ilk günlerinde hazırlık binasının oradaİngilizce'yi yalayıp yutmuş, sindirip sıçmış üst sınıf öğrencileri, bize "vatsyorneym, veraryufırom" gibi sorular soruyorlardı. Amaç kendilerini tatmin etmek miydi, yoksa karşısında ingilizce bilmeyen kişiyi bulmuşken rahat rahat pratik yapma düşüncesi miydi bilmiyorum. 11 yaşında çocuklar olan bizlere haftada 24 saat İngilizce dersi veriyolar ve beyin kancıklaması geçirmemizi sağlıyorlardı. İngilizce'yi öğretmenlerimizin katkıları haricinde, Betty Schrampfer Azar'ın Fundamentals of English Grammar kitabı ve Milliyet'in vermiş olduğu Redhouse resimli sözlükten öğreniyorduk. O resimli redhouse sözlük, ergenliğe yeni giren bizleri memeyle tanıştıran sözlüktü aynı zamanda. 805-806. sayfa civarında masaj kelimesini açıklarken sırtı dönük çıplak kadın fotoğrafı, 429-430. sayfa civarında da pregnant kelimesini açıklarken göğüsleri de gözüken hamile kadın fotoğrafı vardı. Fotoğrafların hangi sayfada olduğunu net olarak yazamama sebebim ise, sözlükte o sayfaların -muhtemelen sınıf arkadaşlarım tarafından- koparılmış olması.
Derslere katılımı her zaman minimum düzeyde olan, aşırı derecede tembel bi' öğrenciydim. Bu halim hazırlıktaki İngilizce öğretmenimin de dikkatini çekmiş olmalıydı ki, sınıftaki herkesin parmak kaldırıp hocanın sorduğu soruya cevap vermek istediği derslerden birinde, tek parmak kaldırmayan beni kaldırıp "Hasan, where is your finger?" sorusunu yöneltmişti bana. Ben elimi ve parmağımı gösterdikçe o aynı soruyu sormuştu. Defalarca, defalarca. O sordukça ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu, o soruyordu, ben parmağımı gösteriyordum, sınıftakiler gülüyordu. Bu kısır döngü nasıl sona erdi hatırlamıyorum. Muhtemelen sesli ve de İngilizce bir cevap vererek kurtulmuşumdur bu paradokstan. Yine aynı şekilde herkesin parmak kaldırıp benim parmak kaldırmadığım, mala bağladığım, canımın bir şeylere sıkkın olduğu derslerden birinde -o yaşlarda neye sıkılıyosa canım, haftada 24 saat İngilizce ders görmenin verdiği bunalıma yoruyorum şimdilerde-, cümlenin içindeki boşluğu doldurmalı soruları cevaplıyordu sınıf, fill in the blanks yapıyoruz yani. Yine sınıfın tek parmak kaldırmayanı hoca tarafından kurban ediliyordu ve sözü ben alıyordum. Sıra arkadaşım Mehmet hemen kendi kitabını benim önüme çekip gösterdi cevabı, okudum okudum ve "mayn" demem gerekirken "mine" dedim, yine tüm sınıf kahkahalarla güldü, bense İngilizce'den biraz daha soğudum.
İçinde İngilizce olmayan ama çılgın İngilizce'cimiz Hasibe'nin olduğu, hayatımda aldığım en cevapsız soruyu yaşadığım gün. Sınıftan Semih diye bir arkadaş-nasıl bir arkadaş olduğuna da değinicem- tebeşir tozundan saçlarımızın beyazladığı günlerde, kara tahtaya "davar hasso" yazmış Hasibe'nin dersinden önce. Bunu yapma amacı da bana takılmak, "tease" yahu "tease", umursamaz tavırlarıyla nam salmış olan ben, hiç siklemiyodum tabi onun bu takılmalarını. Ben siklemedikçe de böyle zıvanadan çıkıyodu. Neyse işte, "silin lan tahtayı" sesleri arasında Hasibe sınıfa girdi, kara tahtadaki yazıyı gördü, kendinden bekleneni yaptı ve tahtada yazanları üzerine alındı, "bunu kim yazdı?" dedi, ses yok tabi. "Eğer yazan ortaya çıkmazsa bütün sınıfı disipline vercem" dedi. Hala ses yok, sınıftaki inekleyen kızlar korku dolu gözlerle, bi Semih'e bakıyolar, bi bana bakıyolar. Birisi kahramanlık yapacak ve sınıfı kurtaracak disipline verilmekten. Bi anda ben nasıl gaza geldiysem ayağa kalktım ve en dememem gereken şeyi söyledim: "Hocam benim için yazmış olabilirler". Hasibe'den gelen kroşe: "Niye oğlum, davar mısın sen?" Hasan'ın iç sesinden gelen ama dile getiremediği aparkat: "Sen davar mısın da üstüne alınıyon?". Hasan'ın dile getirebildiği bir şey de olmadı o ders saati içerisinde zaten. Semih de o zamanlar pijin önde gideniydi. Şimdilerde ise çok efendi bir insan, avukat kendisi, bürosu bile var, barosu da vardır kesin. Bazen düşünüyorum, "Semih'in yanına gidip, o gün bana yaşattığı psikolojik travma nedeniyle, kendisine tazminat davası açmam için avukatlığımı yapmasını istesem mi?" diye. Şu içinde bulunduğum yoklukta gayet gideri var bence.
Bir de çılgın Hasibe'yle İngilizce film izleme seansımız var. Daha o yıl ilk kez izleyecektik İngilizce filmi. -cektik dedim çünkü izleyemedik. Film başladı, bir odada bir erkek ve bir kadın. Başladılar öpüşmeye, öpüşme sahnesidir 3-5 saniye sonra geçer gider di mi. Geçmedi işte, öpüştükçe soyundular, soyundukça öpüştüler&seviştiler. Sahne devam ettikçe sınıfın erkeklerinden huağğğhğhğhğfdğgdfğg sesleri yükselmeye başladı. Sonunda Hasibe Hoca bu bitmeyen sahneye ve tepkilerimize daha fazla dayanamadı, patladı ve filmi kapattı.
Hazırlıkta İngilizce'yi çözen bücürler olarak ortaokulda Fen Bilgisi ve Matematik derslerini İngilizce görüyorduk. Daha n'olduğunu anlamadan orta 1'deki ilk Fen yazılısından 08 almıştım. Bu 8 puanda Fen Bilgisi dersinin içindeki ilk konuların Biyoloji konuları olmasının etkisi tabi ki de var. 8 puanı "photosynthesis" "mitochondria" yazıp almış olmam muhtemel. Dersimize giren Zarife Hoca 1'den 10'a kadar "one, two, three, four, five, six, yedi, sekiz, dokuz, on" şeklinde sayardı, benim aldığım 08 neden bu kadar gözünüzde büyüdü ki, hiç mi puan almayak. Hem hanginiz "yirmibir grams, üç doors down, the number yirmiüç, oniki angry men, beşyüz days of summer, elli first dates, district dokuz" demediniz ki?
Matematik yazılısında da kesirli sayıları sıralama sorusu vardı. "Ulan burda acaba büyükten küçüğe mi diyo, küçükten büyüğe mi diyo" diye düşünürken %50 şansıma güvenip birini seçmem ve kara bahtım kör talihim neticesinde yanılmam şaşırtıcı değildi.
İşte böyle.
20 Mart 2013 Çarşamba
Neverland'e gitmiyoruz ki.
8 Şubat 2013 Cuma
Bizim Büyük Çaresizliğimiz
ÇGHB'daki teknik direktör skecini izlerken "look at the tabela bak berabere oldu" deyişini "Nükhet Duru'lu bişey diyo ama ne" diye çözmeye çalışıp gülme krizine girmemiz. Yerde sürünüyorduk gülerken, bırak gözümüzden yaş gelmesini, karın ve yüz kaslarımız kasılana kadar, yüzümüzde o güldüğümüz ifade saatlerce kalacakmış gibi olana kadar gülmüştük. Birbirimize o denli açıldığımız ilk gece, sabah 10'a kadar muhabbet ettiğimiz gece hani, hayatımda hiç unutamayacağım gecelerden birisi. Hayata karşı umutsuzluğumuzdan, beklentisizliğimizden, insanlara karşı nefretimizden, sorguladığımız herşeyden bahsettiğimiz o gece. Sen evin en küçük çocuğuydun, bakkala bir şey almaya hiç gönderilmeyen, bense en büyük çocuğuydum evin, bakkaldan alınacak şeyleri almaya gönderilendim her zaman. Sen doğudan gelmiştin, ben batıdan gelmiştim Kayseri'ye. Farklı şehirlerden aynı şehire gelmiştik ve aynı yolda yürüyorduk senle. Bunun tespitini de Ciğerci Mehmet'te yediğimiz yemeğin ardından yaklaşık 3 saat süren konuşmamızda yapmıştım ben. Sahi o gün orda yediğimiz yemekten sonra 3 saat boyunca oturmamıza ne demişti acaba oranın çalışanları, çok küfür yemişizdir, ne dicekler başka.
Parasızlığımızdan kesilen internet yüzünden kendimizi doğaçlama video çekmeye vermiştik 2-3 gün boyunca. O dönemde ortaya çıkan nadide eserimiz Sanattan Bir Gıdım'ı izledim geçenlerde, aynı anda güldüm ve ağladım. Bu yazdıklarım da onu izleyince çıktı ortaya aslında.
Yüzyılın takımı, muhteşem Barcelona'yı izlerken, o takıma bile kusur buluyorduk. O takımın kusuru tabiki de sağ taraftan yaldır yaldır gelen Dani Alves'in, yaptığı ortaların en az yarısının tribüne gitmesiydi. İki gece peşpeşe sigara içmek için salona geçtiğimizde, televizyonu zaplarken TV8'de The Pianist'e denk gelmiştik, ikisinde de sonuna kadar izlemiştik belki 10. izleyişimiz olmasına rağmen, bırakamamıştık bi türlü.
Sen bana göre daha da garip adamsın, hani bana hep der dururdun "ne adamsın lan" diye, sen benden daha da ne adamsın ama ben sana hiç dememiştim bunu. Al işte şimdi diyorum "ne adamsın olm lan". Ararım açmazsın, mesaj atarım cevap atmazsın, bir buçuk yıl oldu hiç konuşmadık. Anlıyorum ama açmamanı da, açsan nolacak ki? Son görüştüğümüz zaman, benim Kayseri'den pılımı pırtımı toplayıp Düzce'ye döndüğüm, senin benim çok iyi ses veren kulaklığıma binbir acitasyonla çöktüğün gün. Hala o kulaklık kadar iyi bi kulaklık bulamadım lan ben.
Parasızlığımızı, tütün sarmalarımızı, tütün gibi tükenen zamanı.. Çok özledim lan, çok. Çok dağınık yazdım, çok da dağınık adamım zaten, anlarsın sen beni.
Ben bu yazıyı yukardaki haliyle yazmış ve henüz yayınlamamışken sen aradın geçenlerde. 50 dakika konuştuk lan telefonda, telefonda konuşmayı sevmeyen sen ve ben.
9 Ocak 2013 Çarşamba
Bizim Küçük Çaresizliğimiz
Bugünlerde yaşadığımız zihinsel zorluklarımız var yine. Sen 7 aydır işsizsin, ben askerden geldiğimden beri 2 aydır işsizim. İş bulmak adına de pek çaba gösterdiğimiz söylenemez, hiç sevmediğimiz bir meslek var elimizde bir kere. Bu çabasızlığına, boşvermişliğine daha fazla dayanamayan babanın sabrının taştığını, "iş bulmam için cumaya kadar süre verdi, eğer bulamazsam siktiri çekecek evden kovacak heralde" diyerek dile getirirken sen, "gülerek ağlamayı öğrenmişiz iyi ki" dedim. Yoksa çarşının orta yerinde ağlayan 26 yaşında iki adam kötü bir izlenim verebilir, rahatsız edebilirdi diğer insanları. Diğer insanlar demişken, napıyor bu insanlar, biz napıyoruz? Neyin peşindeyiz? Sadece kendi çabamızla, bir tanıdık araya girmeden(hadi biraz daha açık yazayım, bir dayımız olmadan) bir iş bulabileceğimize olan inancımız her geçen gün azalırken, aslında yeterince çaba da göstermiyoruz ve bunun suçunu, kapitalizmin köpeği olmamızı gerektiren mesleğimize atıyoruz. Haksız da değiliz aslında, çok boktan bir bölüm okumuşuz, ama bu bizi haklı da çıkarmıyor. Bizim gibi binlerce insan var, okuduğu bölümü sevmeyen, ama sonrasında bölümüyle alakalı değil de, sevdiği şeylerle, hayalleriyle ilgilenen, onların peşinden koşan. Bizdeki yanlışlık ne, biz neden hiçbir şey yapmadan bekliyoruz? Söylesene dostum; biz ne zaman dışlandık bu hayattan bu kadar? Durdukça, bekledikçe ve hiçbir şey yapmadıkça ne değişiyor? Biz böyle kaldıkça, sistemin içine girmeye mahkumuz. Er ya da geç bu olacak, ne kadar istemesek de, olacak.
6 Eylül 2012 Perşembe
Yol Hikayeleri #8 Konya'dan Hindistan'dan

Çok zaman olmuştu anlatacak bir yol hikayesi yaşamayalı. Konya yollarından çıktı hikaye. Mehmet'le beraber Ersin'in düğününe gitmek için Ankara'dan hızlı trenle Konya'ya gittik. (Ersin evlendi evet, bir zamanlar buralardaki satırların ortağı) Düğüne gidiyoruz diye de Ankara'dan gömlek kravat almıştık, giderken giyiverdik. Gömleği, kravatı asıl alma sebebimiz düğün değildi aslında, gelecekteki muhtemel iş görüşmelerinde giymek üzere hazır düğüne de denk gelmişken alalım dedik. Neyse efenim, yazmaya yazmaya körelmiş olduğumu da hissediyorum zira yazdığımdan zerre keyif almıyorum çok sıkıcı devam ediyo yazı. Konya'ya indik, taksiye bindik düğünün olacağı otele gitmek için. Çekmişiz ya gömleği kravatı bi de otele gidiyoruz, taksici hemen "iş için mi geldiniz" diye sordu tabi. İşadamı havasına bürünerek gelmiştik yani Konya'ya. Otele gittik, düğünde çokça sıkıldık, oynama muhabbetleri olduğu anlarda sıkça sigara içmeye kaçtık, filan fistan. Sonlara doğru öyle sıkıldım ki, Mehmet'e "bi daha hiç bi düğüne gitmeyek la, kimin olursa olsun" dedim. Gittiğim bana yeter, ayy her tarafım ağrıyor.


Bu kadar ıvır zıvır anlattıktan sonra esas yol hikayesine geçeyim artık. Gece 12'ye doğru otogara gittik. Mümkünse Düzce'ye, değilse önce Ankara'ya sonra Düzce'ye gidicez. İkisi de mümkün olmadı, otobüsler dolu, en erken otobüs de sabah 7'de diyo tüm firmalar. Umutsuz ev adamları olarak bekliyoruz, derken Pala Dayı çıkageliyor ortalıkta bağırıyor. "Ankara yolcusu kalmasın ankara yolcusu kalmasın" diye. Gidip sorayım adama "yer var mı acaba" diye yaklaşıyorum, "var" diyo hemen koşa koşa gidiyoruz. En azından bi 403'e bineriz diye beklerken Ford minibüse bineceğimizi anlıyoruz. Pala dayı 14. kişiyi bulmak için çabalarken minibüstekilerden biri "bu servis di mi bunla gitmicez, can güvenliğimiz yok bunda yaauuuv" bıdı bıdısı yapıyo. Yauuvv derken Okan Bayülgen konuşuyo zannedersiniz öyle vurgulu söylüyor adam. Herif hala anlamamış korsan minibüsle gideceğimizi. Son yolcuyu da buluyo Pala dayı, 14 yolcunun 2'si kız, kızlar öne oturuyorlar. Kız dayanışması oluyor hemen aralarında ortamın da katkısıyla. Can güvenliği geyiğine giren herif kızların oturduğu ön tarafın arkasında oturuyordu. Artık elini kolunu filan nasıl attıysa ön tarafa, mola verildiğinde kızlardan biri dönüp çemkiriyo adama "kötü niyetli olmayabilirsin ama dikkatli ol" falan filanlı sözlerle. Kulaklığın ardından duyabiliyorum zar zor bunları, hemen ardından diğer kız da söylüyo bişeyler, sonra mola yerinde kol kola giriyolar, çay içiyolar, 5 dk'da kankaya bağlıyolar muhabbeti. Mola demişken, yola çıkmadan önce aldığım Çokonat'lardan birini Mehmet'e vermiştim al ye diye, "molada yerim amcoğlu" demişti Mehmet de. Espri yapmıştı aklı sıra, minibüsümüzün mola vermeyeceğini düşünüyorduk. İş adamı gibi geldik, mülteci gibi geri döndük Konya'dan sonuç olarak. Sıkış tıkış, uyumanın imkansız olduğu, ama yanımdaki insanüstü varlığın uyumayı başarabildiği bu yolculuğun ardından AŞTİ'ye geliyoruz.
Yanımdaki uyuyabilen vatandaş.



Ankara'dan Düzce'ye gidecek olan ilk otobüs 3 saat sonra. Çaresiz beklicez, e tabi uyumak şartıyla. AŞTİ'yi bilenler için söylüyorum, deniz tarafına bakan kaleye Gençlerbirliği hücum ediyor. Ne diyorum lan ben? AŞTİ'yi bilen bilir işte giden otobüs katında, oturmalık yerlerde geceleri uyunur. Biz de aynısını yapıyoruz. Ama ben hala gömlek ve kravatla duruyorum. İşadamı görüntümden taviz vermiyorum asla. 40 yılın başı böyle giyinmişim, çıkarmam lan o kravatı çıkarmaaaam. O halimle yatıyorum o oturma yerlerinden birine AŞTİ'deki. Baya da güzel uyumuştum he, Mehmet dürtüyo hadi vakit geldi gidelim diye. Uyanıyorum, karşı bankta bi kız çok da sempatik bi şekilde gülüyo, bana bakıyo, "noluyo olm rüya mı görüyorum ben, bu kız bana niye gülerek bakıyo böyle" derken, gömlek kravat geliyo aklıma. O vaziyette giyinen adamın ne işi var mülteci havalarında AŞTİ köşelerinde. Güler tabi insanlar. Sonra bu AŞTİ'deki gülme muhabbetinin aynısını Düzce'ye gittiğimiz otobüsten inerken tekrar yaşıyorum. Bu kez Düzce'ye gelmişiz, muavin uyandırıyo bizi, yan koltukta oturan bi kız, yine çok sempatik ve güzel gülümsemesiyle bana bakıyor. Lan diyorum hep böyle zamanlarda gülersiniz zaten.
* Bu kadar boktan bi hikayeyi nasıl bu kadar uzun anlatabildim şaşıyorum kendime. Hayır, ben de o kaçtığım kafa açan adamlardan oluyorum diye korkmaya başladım.
13 Mart 2012 Salı
İstanbul'da Bir Gece
10 Aralık 2011 Cumartesi
Hayata Dair İç Gıdıklayan Klişeler #1 Sazan.avi
8 Aralık 2011 Perşembe
Figüran

23 Kasım 2011 Çarşamba
Öl(d)üm

Ölümü ilk kez, aynı adı ve soyadı taşıdığım dedemin ölmesiyle, kısmen öğrenmiştim, 5 yaşımdayken henüz. Dedem ölürken yanındaydım babamla beraber. Dedemin ölümüne ağlayan babamın kucağında ağlamıştım ben de. Kendisini nerdeyse hiç tanıyamadan ölmüştü dedem. Dedim ya 5 yaşımdaydım daha. Bizden yaklaşık 1000 km uzakta yaşayan dedemi toplasan 10 günlük süre kadar görmüştüm o yaşıma kadar. Dedemi tanıyabildiğim kadar anlayabilirdim ölümü ve dedemin ölümünü. İşte bu yüzden, ölümün ne demek olduğunu tam olarak 10'lu yaşlarımın başındayken anlayabilmiştim. Muhabbet kuşumuz vardı bir tane, o dönemlerde herkesin beslemesi çok moda olan. Başka bir şehre gidiyor olduğumuz için, halama bırakmıştık kuşu. Halamlar pencere açıkken kuşu kafesinden çıkarmışlardı ve kaçmıştı. Detaylı olarak da anlatmıştım. O muhabbet kuşunun öldüğünü görmemiştim ama, artık yoktu hayatımda. Hem bir muhabbet kuşu ne kadar yaşayabilirdi ki dışarda savunmasız bir şekilde. 1-2 muhabbet kuşumuz daha olmuştu sonraları ama, o günden sonra bir daha aynı şekilde muhabbet kuşu sevemez, bir kuşla şevkle ilgilenemez oldum.
Kuşun kaçmasından bir süre sonra da tavşan almıştık. Tavşan besliyordum ve onunla ilgileniyordum. Sebebini anlamayamadık. Bir gün o çok hareketli, durduğu yerde durmayan tavşan oturdu yere. Tüm çabalarımıza rağmen bir adım bile attıramadık o gece. Sabah kalktığımızda öldüğünü gördük tavşanın. İkinci kez bir ölüme ağlamıştım. O günden sonra bir daha tavşan da beslemedim hiç. O sabah okula gitmeden önce bir de hikaye yazmıştım tavşanın ölümü üzerine.
Biraz daha zaman geçti. Diğer dedem öldü bu kez. Babamın babasına göre biraz daha tanıma fırsatı bulduğum annemin babası. Yine ağladım ben. Ölüm ne demek olduğunu bir kez daha göstermişti. Bu kez çok daha acı şekilde göstermişti.
1-2 ay daha geçti. Çok sevdiğim Barış Manço öldü. Ama sesini duyabiliyor, şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Benim için bir yerlerde yaşıyordu yani.
Bir yıl daha geçti. Filmlerini bıkmadan, defalarca aynı keyifle izlediğim Kemal Sunal öldü. Onun da filmlerini izleyebiliyordum hala.
5 yıl daha geçti. Biraz daha bilinçli olduğum yıllardı artık. 2005'te Kazım Koyuncu öldü. Çok genç yaşta öldü. Onun da şarkılarını dinleyebiliyordum hala. Dinleyebiliyordum ama, çok daha fazla canımı acıtıyordu bu ölüm. Bir gecede 100 küsür kez Yalnızlığı Anla'yı dinledim sesinden. "Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun" diyordu. Dolamazdı. Dolmadı ve dolmayacak da.
2 yıl daha geçti. Babam öldü bu kez. Benim hep iyileşeceğini bildiğim, ölümü hiç konduramadığım babam. Aynı babasının yakalandığı hastalığa yakalanmıştı. Ben hep iyileşecek biliyordum hastalık sürecinde. Hastalığı tamamen atlattığını sanıyordum. Sonra sabah gelen bir telefonla, babamın 16 yıl önce dedemin durumu ağırlaştığı için katettiği 1000 kilometreye yakın yolu, ben katettim bu kez. Babam babasını son kez yaşarken görebilmişti o yolculuk sonunda. Ben de yolculuk boyunca en azından bu ihtimali düşündüm. Ama göremedim. Daha iyi olan bu muydu, değil miydi hala bilmiyorum. Ölüm söz konusu olduğunda iyi diye bir şey yok aslında ya. Daha iyi diye nitelendirebileceğimiz bir durum değil yani bu.
Tüm bu ölümler arasında 2005'e kadar olanlar, 2005 ve sonrasındaki ölümlere göre daha az yaralar açmıştı. 2005'teki ölüm ağır yaralı konumuna getirirken bünyemi, 2007'de benim ruh ölümüm gerçekleşti. Ve ben hala dirilemiyorum. Ama tam olarak ölemiyorum da.
Hepinizin bildiği şu meşhur şiirde demiş ya şair "bağlanmayacaksın" diye. Nasıl bağlanmayacaksın ki? Anneye, babaya, kardeşe, dosta, sevgiliye, bağlarını sevgiyle kurduğun herhangi bir şeye nasıl bağlanmayacaksın? Mecbursun, bağlanacaksın, bağlanıyorsun işte, ama şunu da unutmayacaksın: "Hastalandığın için değil, doğduğun için öleceksin." Ne olursa olsun öleceksin. Ölümlere rağmen yaşayabilmelisin.
16 Kasım 2011 Çarşamba
Çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta.

Geçmişe duyduğum özlemin ufak bir parçası bu. Geçmişi, geçmişte yaşadıklarımızı bu kadar çok özlememiz normal mi? Çocukluktan başlıyor geçmişe olan özlemimiz ve belki de düne kadar sürüyor.
Sadece ben değilim geçmişi özleyen tabi. Bir başka blogta 4-5 yıl önceki MSN muhabbetlerini, MSN'deki yarısını tanımadığın 10 küsür kişilik toplu konuşmaları özlediğini yazan birini görüyorum.
15 yıllık arkadaşım askerliği özlediğini söylüyor bana. "Çok rahattım oradayken, şimdi yine orada asker olmak isterdim" diyor. Ne olursa olsun askerlik hani, o kadar gün sayılan, bitsin diye beklenen, gitmemek için çoğu kişinin 40 takla attığı askerlik.
Ben geçen sene Önder'le birlikte fabrikada gece vardiyasında çalıştığımız zamanları özlüyorum. Hem Önder'le çok güzel vakit geçiriyorduk o zamanlar, hem de seninle bol bol konuşuyorduk. Çok az uyuyarak günde 12 saat, 15-20 km yürüdüğüm o işi de özlüyorum bu yüzden işte.
Geçen yaz sabah 8'den gece 2-3'lere kadar amelelik yaptığım işi bile özlediğim oluyor, çalışanlarına hayvan kadar değer vermeyen bir iş yeri olmasına ve o zamanlarda lügatıma yeni küfürler katarak sövmeme rağmen.
Daha 5 ay önce kaldığım ve 3 ders sınavıyla geçtiğim yöneylemden kalmayı özledim ben ya. Her sınava çok ufak da olsa bi umutla girip, sınav çıkışı şarkıları yöneylem'e uyarlamayı özledim. Hep kalmak kanun mu yöneylem kitabındaaa? Çok aptalca gelebilir ama, öğrenciliğe dair onu bile özleyebiliyorum bazen işte. Dersten defalarca kalıp, her defasında sinirlenmeyi bile, "güzeldi onlar bile be" diye anımsıyorum.
Geçmişte kalan çoğu şeyi özlüyoruz işte. Kötü anıların olduğu şeyler bile olsa. Geçmişe olan özlem. Çok mu nankörüz acaba? Bilemiyor muyuz hiç yaşadığımız anın kıymetini, hep geçmişte arıyoruz güzellikleri? Geçmişe duyduğumuz özlemden günü kaçırmak mı, yaşadığımız anların değerini bilememek mi, ya da bilmek ama yine de geçmişi özlemek mi. Karışık biraz. Şu anda olduğu gibi. Çoğu insan geleceğine odaklanırken, geleceği ile ilgili planlar yaparken, hayaller kurarken, ben bırakın yaşadığım anın tadını çıkarmayı, geçmişte yaşadıklarımı özlüyorum mütemadiyen. Yaşadığım anın tadını çıkarmak demişken; hayattan gram zevk almıyorum çoğu zaman.
Bazı anların geçmesi için saatleri, dakikaları sayıyoruz, üzerinden 1-2 yıl geçtikten sonra "ne çabuk geçti bu kadar zaman" diye iç çekip o çabucak geçmesi istenen saatleri, dakikaları bile özlüyoruz. Çünkü aslında o hızlı geçmesini istediğimiz, o zamanın şartlarına göre "kötü" olarak nitelediğimiz zamanlarda bile güzellikler mevcut. Bu güzellikleri geçmişte bulmak çok kolayken, yaşadığımız anda neden bulamıyoruz?
Bu yaz boyunca boş gezenin boş kalfası olarak takıldım 20 günlük staj haricinde. Hala da öyle takılıyorum o ayrı dava. Mahallenin ufak çocuklarını her gün top oynarken görüyordum. Bi'gün izleyeyim çocukları diye gittim kenarda oturdum. Sonra hergün onları izlerken buldum kendimi. Aslında izlediğim onlar değil, kendi çocukluğumdu. Aralarındaki her çocuğu benim çocukluğumdaki arkadaşlarımla özdeşleştirdim.
Bu yazıyı yazmadan önce markete gittim. Dönerken bizim mahalledeki çocuklardan birini gördüm, benden 4-5 yaş küçük. Top oynardık eskiden mahallede ya, o da mahallenin ufaklıkları arasındaydı, bizimle beraber oynardı işte. "Efsanesin sen" der dururdu bana, sebebini bilmediğim bir şekilde. Tanısanız ya da bir yerde bir kaç dakika görseniz çocuğu "hafif kafası kırık" olarak nitelersiniz. "Hasan abi naber" dedi yanından geçerken, "iyi senden naber" derken kısık bir sesle, sesimi duyamayacak kadar uzağıma düşmüştü. Adını da hatırlayamadım çocuğun, görmeyeli çok zaman olmuştu. O'nun bana dair hatırladığı tek şey adım değilmiş. Geçiştikten sonra yine "efsane bee, efsane Hasan abi" dedi.
Dedim ya; çocukken pikniklerde yediğim bir dilim karpuzun tadını arıyorum hayatta. Çünkü o karpuzu babam dilimleyip veriyordu bana. Benim gibi olan insanlar da eminim ki özlüyor geçmişte bıraktıklarını. Ama en çok da çocukluğunu.
Artık ne pikniğe gider olduk, ne de babam karpuz dilimliyor. Bir arada olmanın değerini bilmek lazım. Geride kalanlarla yaşamanın da değerini bilmek lazım tabi. Ben bunu başaramıyorum hala.
8 Eylül 2011 Perşembe
Bir Otostop Macerası

Benim yaşadığım bi' otostop macerası ise biraz farklıydı.
Akçakoca'nın 10 km kadar dışındaki evimizden Akçakoca merkeze gitmiştik kuzenle. Geri dönüş için otobüs de yok, neye güvenip gittik bilmem. Gece 12 civarında da geri dönücez ama, 5 kuruşsuz kalmıştık bir de. Parayı kızlarla da yemedik lan, daha ufaktık, 7-8 sene önceydi. Tam olarak ne yaptığımızı hatırlamıyorum ama muhtemelen lunapark'a filan gitmişizdir; orada ekstra yamukluktaki topla penaltı filan atarken bitirmişizdir parayı. Para penaltı atarken nasıl biter demeyin, atamadıkça hırs yapıyor insan, e top da yamuk, girmiyor. Neyse fazla dağıldı konu.
Geri dönebilmemiz için tek yol otostopdan geçiyor. Kuzenle başladık gelen geçen arabalara otostop çekmeye. Karanlık olmasından dolayı, uzaktan gelen arabanın ne olduğu da anlaşılmıyor. Otostop çekme hareketimizi yapıyoruz -vakti zamanının refah partisinin işareti olan, Necmettin Erbakan'ın elinin sürekli aldığı şekil-. Otostop çektiğimiz arabalardan biri 20-30 metre ilerimizde duruyor, ama bakıyoruz araba taksi çıkıyor. "Ticari bekleme yapma devam et!" diye geçiyorsa da içimizden, bizi farkedip geri geliyor. Biz de taksi olduğunu farkediyoruz, o geri geldikçe biz kenara çekiliyoruz, geri geri kaçıyoruz. Adam da inat ediyor gelmeye devam ediyor ve yakalıyor bizi. "Olm niye kaçıyosunuz, otostop çekmenin anlamı ya param yok, ya da taksiye para vermek istemiyorumdur, binin bakayım götüreyim gideceğiniz yere" diyor adam. Adamın bu sözleri karşısında, utanıyor, sıkılıyoruz; "aman abi biz ettik sen etme" ve biniyoruz. Teşekkür üstüne teşekkür ediyoruz.
İndikten sonra kuzenle, "vay be helal olsun adama, böyle insanlar da kalmış işte" geyiğimizi yapıyoruz tabi. O olmadan olmaz. Nitekim otostop olayı zevkli bir iştir ama riskli de bir olay. Arabasına bindiğiniz kişiye göre değişken işte zevki de, riski de. Risk dediysem şu manada ha: "adamın muhabbeti kafa açıyodur" filan.
6 Eylül 2011 Salı
Zamanın Ötesinden - Berisinden
Trabzon'un Araklı ilçesine bağlı Pervane köyü vardır. O köy bizim köyümüzdür. O köyde 1961 yılında doğmuş babam. Köyün yüzölçümü o kadar büyüktür ki bir büyükşehir inşa edilebilir köye. Yörenin coğrafi özelliklerini de gözünüzün önünde canlandırın. Tabi ki dağ, bayır, orman coğrafi özellikler dediğim. Köyün tek okulu, köyün girişindedir. Dedemlerin evi ise köyün en ucunda, yüksekte. Babam okula gitmek için 6-7 km aşağıya inermiş. Okuldan geri dönerken de kuzine sobada yakılmak üzere odun toplarmış geçtiği yollardan ve o topladığı odunları da sırtına yüklenerek çıkarmış o 6-7 km'lik yolu ayağındaki kara lastiklerle. Dersler arasında matematiği baya iyiymiş babamın. Şimdilerde bilmeyenin ayıplandığı 4 işlemi (hesap kitap işleri işte) de çok iyi yaparmış. Ama hayat işte.
Babam 5. sınıftayken Çanakkale'ye çalışmaya yollanmış dedem tarafından tam dönemin ortasında. Yaklaşık 1.5 yıl kadar Çanakkale'de kalmış, çalışmış. 1.5 yıl sonra geri döndüğünde, dedem babaannemin yaptığı bir bidon tereyağıyla gitmiş okula; babamın öğretmeninin yanına. Babamın sınıfını geçmesini istemiş öğretmeninden. Ve bu şekilde ilkokulu ve okul hayatını bitirmiş babam.
Benim babam kalebodur-mermer ustasıydı. Sadece bu işi yapardı ama, inşaatta her işten anlardı. Bazen desenli şekilde döşeyeceği kalebodurlar için çizimler yapardı kağıda. Değişik şekiller denerdi, farklı renkteki kalebodurlarla. Şuraya gelicem; eğer okuyabilseymiş babam; Türkiye'deki en iyi İnşaat Mühendislerinden ya da Mimarlardan birisi olabilirdi.
Bize bu yeteneklerini hatırlatan; Akçakoca'daki evimiz; her yerini özenerek, kendi elleriyle yaptığı. Baba yadigarı yani bir nevi. Her köşesinde emeğinin olduğu.
27 Temmuz 2011 Çarşamba
Halim Öyle, Halim Böyle
Yazmak için bile kendimi toparlayabilmem baya zor oldu.
Hangisinden nasıl başlamalı ki. Okulun bitmesiyle düşmüş olduğum boşluktan başlıyım. Klasik okul bitti ne yapacağımı şaşırdım tarzı bir boşluk da değil tam olarak. Ağustos'ta yapacağım bir staj var 20 günlük. Sonrasında okuldan çıkışı alacağım ve yüzleşme o zaman başlayacak. Okulun bittiği günden beri, o stajı boş boş beklemenin getirdiği boşluk bu biraz. Bunun için sıkıntı, dert diyemem tabi. Bu daha çok can sıkıcı oluyor.
7. yılda ancak bitebilen okul sonrası, senede belki 1-2 kez -o da bayram seyranda- gördüğüm akraba ve arkadaşımsıların sorduğu sorular da değişti nihayet. Ama sorunun değişmiş olması, onların sorularının sevimsizliğini değiştirmiyor. Ben hayatımın hiçbir döneminde plan yapmadım geleceğimle alakalı. Onların soruları ise genelde planlarım üzerine oluyor. Yok plan filan. Pilan yapmayın pilan. Bir de askerlik ekseninde dönüyor tabi bu muhabbetler. Genel kanı bir an önce yap kurtul, çıksın aradan şeklinde. Benim düşüncem de o yönde ama şartlar öyle değil işte. En azından Nisan'a kadar geçici bir iş bulup çalışmam gerekiyor. Ama hala ne yapacağım belli değil. O idarelik, geçici işi bulabilecek miyim? Onu bulmaya çalışırken Aralık'ta gidebileceğim askerliği kaçırıp, iş de bulamazsam ne bok yicem? En kötü ihtimalle geçen yaz amelelik yaptığım yere giderim. Giderim de alırlar mı? Çalışanlarına hayvana verdiği değerden bile daha az değer veren iş yeri sahibine ve iş yerine yeniden sabredebilir miyim?
Yaş olmuş 25. Hala bir baltaya sap olamamışız. Askere gidip gelcem filan derken 26 olacak. Hala balta sap ilişkisi aynı şekilde devam ediyor olacak. Aslında bir baltaya sap olmayı pek isteyen biri de değilim. Ama işte yine şartlar, yine sorumluluklar var. Askerlik sonrasında da yapmam gereken bir seçim var. Okuduğum bölüm Endüstri Mühendisliği. Ama yapmak istediğim bu değil. Öğrenciliğim boyunca, zamanla soğudum bölümümden. Tam olarak yapmak istediğim şeyi de bilmiyorum. Aslında biliyorum. Yaparken zevk alacağım, sıkılmayacağım, kendimi geliştirebileceğim, değişik şeyler de öğrenebileceğim, gerçekten bir şeyler üretebileceğim bir iş istiyorum. Bu işin maddi getirisi hiç önemli değil. Sadece işin adını dile getiremiyorum özel olarak. Aslında işin adını da biliyorum ama yapabilir miyim onu bilmiyorum. Cesaret de edemiyorum pek dile getirmeye. Denemeden bilemem ama di mi? En azından denemeye değer. Peki ama nasıl deneyeceğim? Neresinden başlamam lazım? Gidip Endüstri Mühendisliği okumuşken, bölümle alakasız bir iş için nasıl girişimlerde bulunmalıyım? Yoksa şu boktan şartlar yüzünden riske girmeden, başımı eğip, efendi efendi okuduğum bölümü mü meslek etmeliyim kendime? Bunların hepsi soru işareti olarak bir kenarda duruyorlar.
7 yıl boyunca aileden uzakta öğrenci evlerinde yaşadıktan sonra aileyle yaşamak da garip geliyor. Yattığım, kalktığım saate, içtiğim sigaraya, kolaya karışılması, bir nevi öğrenci evindeki sınırsız özgürlüğün kısıtlanmış olması. Bir şeyi kesin olarak farkettim mesela. Annelerin dırdır etmek için sebebe ihtiyacı yok. Ve dırdırın en yoğunlaştığı anlar evin elektrikli süpürgeyle temizlendiği zamanlar oluyor. Dırdır dediysem; bana ve kardeşlerime söylenme babında. Benden başlıyor, en küçüğümüze kadar sırayla dilinden geçiyoruz. Burayı uzun zamandır takip edenler bilir az çok. Kendimi kaç kez yatırıp kestim burada. Bence çoğunda haklıydım ve az bile yazmıştım kendime. Benzerlerini annem benim için söylediğinde, biraz koyuyor sanki. Hani ben kendimi biliyorum, kendimin ağzına sıçayım filan diyorum kendime de, annemden duyunca benim kendime kızma sebeplerimi, biraz daha yaralıyor.
Benim için şimdiye dek kaç kişi dedi acaba şunu: "Anlayamadık, çözemedik seni." Son olarak da annem dedi 2-3 hafta kadar önce hayattan beklentilerimden, iş güçle alakalı düşüncelerimi konuştuktan sonra. Benden umudu var hep. Şimdiye kadar genelde o umutları hayal kırıklığına çevirdiysem de. Beklentilerine tam olarak karşılık veremiyorum. Verebileceğimi umut ediyorum. Aileme karşı olan sorumluluğum birçoklarına göre çok daha fazla. İşte tam bu noktada sıkışıp kalıyorum. Beklentilere karşılık verebilmekle, yaşamayı istediğim hayat. Yaşamayı istediğim hayatın yanında bunu da başarabilecek miyim. Yoksa beklentileri- üzerime düşen sorumlulukları- yerine getirmek için istediğim hayattan taviz mi vermem gerekecek? İkisini bir arada yapmayı deneyip de başaramazsam, geç olur mu geri dönmek için? O tren bir kez mi gelir? Yine "Ne zaman gitti tren?" diye söylenir miyim?
İnsanlardan hem nefret ediyorum, hem de önemsiyorum. Nefret ettiklerim tanımadıklarım daha çok. Önemsediklerimse sevdiklerim. Nefret ettiğim insanlığın genel profili aslında. Parayı hayatlarında ilk sıraya koymuş olmaları, hep daha fazlasını istemeleri ihtiyaçları olmadığı halde, sadece kendi menfaatleri için diğer herşeyi hiçe sayabilecek kadar hırsla bezenmiş ruhlarının olması, kendilerine dert ettikleri şeyler vs. Bunları en güzel anlatan Eddie Vedder'ın Society şarkısı, ben daha fazla yormayayım kendimi. Önemsediklerim sevdiklerim dedim ya. Sevdiğim insanların üzülmelerini istemiyorum. Hele hele benim yüzümden, içinde benim olduğum üzüntülerinin olmasını hiç istemiyorum. Ben üzüleyim gerekirse önemli değil ama, o sevdiğim insan benim yüzümden üzülmesin. Onun üzülmeyeceği bir çıkar yol varsa, o yoldan çıkabileyim. Arkadaşlarımı gerçekten çok seviyorum. Hele hele en yakınımda olanları. Parasızlıktan bir hafta boyunca evden hiç çıkmadan, sadece makarna yiyerek yaşadığımız günleri özlüyorum. Sabah kalktığımda; önce elektriğin, 1 dakika sonra da suyun ödenmeyen faturalar nedeniyle kesildiğini farkettiğimde hissettiklerimi özlüyorum.
Kardeşim LYS'ye girdi ve tercihleri var bu aralar. Tercihlerinde ona en çok yardımcı olması gereken kişi benim, hem yakınlık derecesi, hem de 7 yaş önde olmanın getirdiği tecrübeyle. 7 yıl önce benim tercih yaptığım zamanları düşünüyorum. Bir de şimdiki ben'i düşünüyorum. Kardeşime yazması için bir bölüm öneremiyorum. 7 yıl öncesinde olsaydım mühendislik ve benzeri bir bölüm yazmazdım. Ama o zamanlar ısrarla mühendislik diye tutturmuş ve tüm tercihlerimi alakalı alakasız mühendislik dallarından oluşturmuştum bok varmış gibi. Gerçi bok varmış heralde evet. Boka battık bitirene kadar. Benim 7 yıl önceki halim gibi kardeşiminki de biraz. 7 yıl sonra o da benim şimdiki halim gibi olmasın istiyorum. Kazandığı ve okuduğu bölümden memnun olsun, hayata daha iyi bir yerden bakabilsin.
Korktuğum ne kadar çok şey var. Bu kadar çok korktuğum şeyin arasında ölüm var bir de. 4 yıl önce çok yakından hissettiğim, yaşadığım ölüm. Ve zaman zaman çok da arzuladığım ölüm. Bu yazdıklarım arasında en az korktuğum şey belki de ölüm. Ama kendi ölümüm en az korktuğum. Kendim dışındaki ölümler ise herşeyden daha fazla korku veren. Her gün babam geliyor aklıma ve her gün bu dünyaya dair içimden tonla şey geçiyor lanetler içeren. Her gün Kazım Koyuncu geliyor aklıma. Sesini her duyduğumda, her anımsadığımda 33 yaşında ölmüş olmasına inanamıyorum. En çok o yaşamalıydı belki de. Bu insanlara bir şeyler anlatmak için, en çok o yaşamalıydı.
Ne garip di mi? Ölüm tüm sıkıntılardan kurtulmak için çok basit bir yolken, hepimiz yaşamayı ve direnmeyi seçiyoruz. 657 güzel demiş "Bilseydik Yaşamazdık" diye. Yaşamaz mıydık sahi?
15 Temmuz 2011 Cuma
Aha Kafasi Yarıldi #2

Tam 1 yıl aradan sonra yine yardım kafayı. Bu kez gecenin bi vakti otururken gelen göz kararması sonrası bayılmışım. 2 saat sonra uyandığımda bu haldeydi kafa. Artık yere mi vurdum, naptım, nasıl oldu bilmiyorum. Ay iğrencım.
Öhm. O değil de uzun zamandır boşladım buraları da. Tembelliğin, başıboşluğun zirvelerinde yaşıyorum. Boşluktan, hiçbirşey yapmamaktan depresyona gircem.
Neyse işte. Şu sıcak yaz günlerinde ayağının altına karpuz çekirdeği yapışan arkadaşım. Yalnız değilsin.
30 Haziran 2011 Perşembe
Yol Hikayeleri #7
Seneler boyunca Kayseri'den Düzce'ye uzanan son yolculuğun hayalini; "İçim çok rahat bir şekilde, son kez bincem o servise ve otogardan otobüse. En rahat yolculuğum olacak." şeklinde kurmuştum. Ama öyle olmadı. Tam tersi oldu hatta. En zor yolculuktu dün gerçekleşen. İçim çok rahat yapacağımı düşlediğim yolculukta, hiç rahat değildi içim. En sıkıntılı olanıydı. Gözüm arkada kalarak olandı bir nevi.
Gelecekle alakalı kurduğun düşlerin gerçekleşme zamanı geldiğinde; hiç aklının ucundan geçmeyen şeyler oluyor ya işte . Hayatın ne kadar garip olduğunun göstergesi.
14 Haziran 2011 Salı
His Teri - Ne Ararsan Var

Muhabbet keyifli aslında. Ama kimse rahat değil işte. Gülüyoruz eğleniyoruz bir yandan. Bir yandan açıklanması beklenen finallerin gerginliği var. Diğer yandan artık 6-7. senesine gelmiş olan herkesin bitirip gidesi var. Başka bir yandan da ne kadar sevilmese de bu şehir hepimiz tarafından, alışmışlığımız var. Şehre olmasa da birbirimize alışmışız. Senelerdir hayalini kurduğumuz bitirip de gidelim artık düşüncesi bitirme durumuna gelince garip bir hisse bürünüyor. Sevinsek mi, üzülsek mi bilemiyoruz. Aslında hem seviniyor, hem üzülüyoruz içten içe. Gözlerimiz gülüyor "bitiyo lan bitiyo sonunda, yeni bi' hayata başlıyoruz artık" diyoruz ama. İçten içe de şu düşünce geliyor akla: "İyiydik lan böyle, alışmıştık bu hayata, öğrencilik güzeldi, dostluklar güzeldi, şimdi bitirip gidince napıcaz ki?". The Shawshank Redemption'da Brooks'un "hapishaneden çıkmak istemeyişi" gibi bir şey belki. Belki de Gemide'deki Kamil'in "dışarda bir hiç" olduğunu düşünmesi gibi.
Bilgisayardan not sistemine girilip çıkılıyor 2 dakikada bir. Açıklanan her notta değişen bir kaderi var hepimizin. Yeşeren ya da yıkılan umutları var. Kimimiz 3 ders sınavlarına girebilmek için bekliyoruz, kimimiz yaz okuluyla beraber bitirebilmek için.
Sıkıntılı olan dersler açıklandıkça sevinenimiz de var üzülenimiz de. Murat en sıkıntılı derslerinden birine bakarken geçtiğini öğrendiği anda Elçin'in kaldığını görüyoruz o dersten. Tam ben Murat'a çaaak yapmaya hazırlanırken; Elçin'in kaldığını öğrenince, kimse görmesin diye sessizce elini sıkıyorum. Murat'a sevinirken, Elçin'e üzülüyoruz. Genel sevinme ve üzülme halimiz var malum. Buna bir de sınavlar açıklandıkça gelen sevinç ve üzüntüler karışıyor. Yine sevinmekle üzülmek arasında kalıyoruz. Yine de iyi tarafından bakmaya çalışıyoruz.
Bu duygularla dağılıyoruz okulun bahçesinden son kez bu kadar kalabalık bir şekilde belki de. Kalkarken başlayan yağmur, durağa gidene kadar sağanak haline dönüşüyor ve Haziran'ın ortasında saatlerce durmuyor. Kayseri ağlıyor bizim gidişimize geyikleri dönüyor son olarak. Belki de bizim dökemediğimiz gözyaşlarını döküyor bulutlar. 7 yıl boyunca biriktirdiklerimize, son günlerde hissettiklerimizi de ekleyerek..
31 Mayıs 2011 Salı
Ve Hazin Son
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?
Kalemimi alıp yazmadan daha,
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?
Ümitlerim kırıldı bitti.
Hayallerim yıkıldı gitti.
Bu ders beni benden etti.
Kaldım, Kaldım bak ne hale geldim.
Bu Yöneylem kitabının yazanı nerde?
Bir tembel az çalıştı, sevemedi diye,
Hep kalmak kanun mu Yöneylem kitabında?
Ümitlerim kırıldı bitti.
Hayallerim yıkıldı gitti.
Bu ders beni benden etti.
Kaldım, Kaldım bak ne hale geldim.”
Ne hale geldim. Ne hale geldim. Gelmez olaydım. Gelmez olaydım. (Uzun Hava)
20 küsür kez dinlemişimdir Hayko&Nilüfer düetini sınavdan sonra. Sonra da bu şekilde uyarladım kendi durumuma. Acayip arabeske bağladım sınavdan çıktığım andan itibaren. Dış bahçede sözleri değiştirmiş olduğum haliyle sesli şekilde söyledim durdum şarkıyı. Önder de yanımda şarkının normal haliyle yeni hali arasında eşlik etme ikilemini yaşadı.
Yakın zamanda sözlerini bu şekilde seslendirip bir de klip çekeceğim bu şarkıya. Ciddiyim. Bir Yöneylem özürlüsünün dramı. Yöneylem özürlüsünden Yöneylem Şarkısı.
Sınav esnasında olanlara gelirsek; baya ters köşeye yattım. Hal böyle olunca da ben kâğıdımı bıraktım köşeye; mütemadiyen gülüyorum-ağlanacak halime- ve yanımdaki 10. senesi olan arkadaşı izliyorum. "Bari sen yap, bunu yaparsan yürür gidersin hadi" diye de veriyorum coşkuyu. Gözetmenimiz de bir şey demiyor, kendi kâğıdımla alakam olmadığı için. Kopya çekmiyor olduğum için çok da rahat oluyor bakmak. Hem kopya çekerken bi’ kopya çektiğinin kâğıdına bakarsın, bi’ kendi kâğıdına geçirirsin ya baktıklarını. Boşuna yorulmuyosun da.
Bundan sonra benim Yöneylem sınavlarına girmem yasak arkadaş. Ben 3 sınava da girsem, 8 sınava da girsem, 26 sınava da girsem birinde geçemiyorum bu dersi. O zaman girme. Hani zaten girmişim, girmemişim bişey değişmiyo kıi. Giriyorum yine kalıyorum benim içim eriyo. 20 kez kalıyorum. Hem girmeyince boşuna umut da olmuyo.
Kabul et Hasan; bir an için Yöneylem Araştırması’nı geçeceğini düşünmüştün. Evet yine kaldın, ama ilk kez bu kadar yaklaşmıştın. Bi de garip olan, en kazanmaman gereken iddaa'yı kazandın.
Gözetmen: Gülhan Pala
Yönetmen: Lale Özbakır
Figüran: Hasan diye biri.