Okumadan Geçme

Facebook

25 Ocak 2011 Salı

Yol Hikayeleri #6

Bu satırları Aşti'den yazıyorum. Bu yolculukta hiçbir halt olmadı. İlk kez baştan sona uyudum. Otobüslerde hiç uyuyamayan benim için yazılmaya değer bir hikaye, napalım uyuduysan demeyin şimdi.

Şimdiye kadar çok denemiştim ama ilk kez işe yaradı. Sabah saat 7'deydi otobüs. Gece sabahladım, 7'ye kadar uyumadım ve otobüste; bildiğiniz camış gibi, bilmediğiniz Ersin gibi uyudum. İlk kez gideceğim yere vardığımda; "o iyi yolculuklar dileyen servis görevlimiz" tarafından "Ankara'ya geldik beyfendi" denilerek uyandırıldım.

Progressive Gece Şiirleri

Başlığa bakıp aldanmayın he devamı gelecek diye. Bundan yıllaar yıllar önce bir denemem olmuştu. 3 mısrada takılı kalmıştı, hala 4. mısrayı bulamadım, kimse bulamadı. Buraya da yazmıştım onu da. Şurada.

Bu da hayatımdaki 2. denemedir. Muhtemelen de son olacaktır.

Gece gece ortaya çıkan da şöyle bir şey oldu.

Şiir Bahane Aslında

Kar yağamayan bir kış ya bu
Bu yüzden olsa gerek
Hızlı geçsin istiyorum bu aylar
Hızlıca bahar gelse
Ben deniz olan bi şehirde olsam
Yağmur yağsa
Deniz kenarında yürürken
Hafif hafif ıslansam
Daha da şiddetli yağsa
Herkes kaçarken yağmurdan
Tek başıma kalıp deniz manzarasında
Ben biraz daha ıslansam
Karşıdan sen geliyor olsan
Gelmiyorsan bile
Gözümü kapattığımda en azından
Seni hissetsem
Hep olmasını istediğim
Bana söylediğin o anı yaşasak
Göğsüme yatırsan ıslak başını
Kalbim daha hızlı çarpsa
O halde uyuyakalsak
Yağan yağmura aldırmadan
Sonra bir yıldırım çarpsa
Uyansak ışıkla
O ışık hep bizimle olsa
Işık bahane aslında
Sen hep benimle olsan

24 Ocak 2011 Pazartesi

Eğitim Sistemimiz

Finaller bitti ve bu yazıyı yazmanın zamanı geldi. Okuyan herkesin yorum bırakmasını ve kendi bölümüyle alakalı olarak da benzer bir yazı yazmasını istiyorum. Kendi bölümünüzde gördüklerinizden yola çıkarak sorunlara değinerek, bu sorunlara nasıl çözümler getirilmesi gerektiğini anlatacağınız bir yazı. Bölümünüzün verdiği eğitimden memnun musunuz? Nelerin farklı olması gerektiğini düşünüyorsunuz? Önerebileceğiniz şeyler nelerdir daha iyi, kaliteli bir eğitim için? Mezun olduğunuzda ben gerçekten bu mesleği yapabilirim diyebilmeniz için neler olmalı bölümünüzde?

En başından başlamak gerekli. Daha ilköğretimde, -bizim zamanımızda ilkokuldu, 5 seneydi- yarış atı gibi sürüyorlar çocukları dersanelere(dershanelerin kökten kapatılması lazım, o da ayrı bir mevzu). Sınav koşuşturmacası ve telaşı küçük yaştayken başlıyor. Bir çok ülkede 12-13 yaşındaki çocuklar yavaştan ne olacaklarına, yeteneklerine ve istediklerine göre karar vermiş oluyorlar. Bizde ise önce ilköğretimin sonunda bir dağılım oluyor, Fen Liseleri, Anadolu Liseleri vb. liselere. Daha iyi olanla kötüyü ayırmak için yapılıyor ama, öğrencilerin yetenekli oldukları alanlara göre olmuyor bu aslında. Diyeceksiniz ki Sosyal Bilimler Liseleri açılıyor sözel yeteneği olanlar da oraya girer filan ama öyle değil işte.

Kendimden örnek vererek gideceğim, ben lise 2'ye kadar üniversite okuyayım, aman şu bölüme gideyim, şu üniversitede okuyayım diye hevesleri olan biri değildim. Hani tam berduşluk, "üniversite mi? bakalım ya, okuruz eğer sınava girer kazanırsak" gibi bir durumdu benimki. Lise 2'de dersaneye yazdırılınca işte işin içine yavaş yavaş girmiştim. O dönemde de herhangi bir bölüm isteği olmayan ben "Eczacılık" istiyordum diplomayı kiraya verir de o parayla yaşarım hayatımı diye. Evet malesef ki çok salak bir düşünce, ama tam da benim gibi tembel bir adamdan beklenecek bir düşünceydi bu. Neyse, bir çoğumuzun hayatından gelip geçmiş olan ÖSS'ye girdik ve çıktık. Benim o çok istediğim Eczacılık için 3-4 soru daha yapamamış olmam beni yeni arayışlara itti.

Tabi ki lisedeyken olmak istediği şeye çoktan karar vermiş ve o hedefine ulaşmış olan birçok insan var. Ama benim gibi olan kişi sayısı kesinlikle çok daha fazlaydı. Ki zaten olmak istediği şeyi söyleyen kişilerin de önemli bir kısmı, aslında ne olacağını bilerek istemiyorlardı o bölümleri. İsteyerek gittiği bölümü bırakan, zorla okuyan da çok arkadaşım oldu. İstediği bölüme gidip de o bölümde mutlu olan, severek okuyanlar da genellikle Güzel Sanatlar gibi yetenekle girilen bölümlerde okuyan kişilerdi.

ÖSS'ye girdik çıktık ve sonra gelen puana uygun bölümler ve üniversiteler aramaya başladık kendimize. Ben Eczacılık olmayınca mühendisliğin şefkatli kollarına attım kendimi. 18 tercihim arasında 6-7 farklı mühendislik dalı bulunuyordu. Bilinçsizliğe bakar mısınız? Bu mühendislik dallarından herhangi birine gidecek olmam, 1'den küçük puanlarla belli oluyor. Sözel'de bir tane daha soru yapmış olsaydım İstanbul Üniversitesi Makine Mühendisliği'nde olacaktım, ya da son anda tercihlerdeki sırayı değiştirmemiş olsaydım Yıldız Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği'ndeydim.

Sonuç olarak Endüstri Mühendisliği'ni kazandım. Diğer bölümler arasında daha çok istediğim bir bölümdü ama tabi ki tam olarak ne iş yaptığını bilmiyordum yine de. İsmi biraz daha afili geliyordu, puanı diğerlerine göre yüksek olan bölümlerden biriydi.

Ben de tam olarak ne olduğumu bilmiyordum zaten bu tercihleri yaptığım dönemde. Daha kendimi keşfedememişken, bölüm tercihi yapmış bulundum. Şimdi yeniden böyle bir fırsatım olsa kesinlikle çok daha farklı bir bölüm seçmek isterdim.

Bu yapılan rastgele tercihlerden sonra bir üniversiteye yerleşiyoruz ve asıl hikaye bundan sonra başlıyor işte. Bu daha giriş kısmıydı. Artık bir mesleğin adayı haline gelmişiz ve üniversitede bu mesleği öğreneceğiz güya. Peki ama nasıl?

Gösterilen derslerin büyük çoğunluğunda sizden bir şeyleri ezberlemeniz isteniyor. Sınavdan önceki gece ezberleyeceksin, sınavda yapacaksın(robotsun ya) sınavdan sonra da unutacaksın. Bu bilgiyi kullanıp kullanamamanı değil, ezberleyip ezberleyememeni ölçen bir sistem. Erasmus'la yurt dışına giden bir arkadaşımın söylediğine dayanarak şunu da söylüyorum; Orada bizdeki gibi sınav saçmalıkları yok, ödev veriliyor ve 12 saat içinde o ödevin teslim edilmesi isteniyormuş. Zaten bilgi çağındayız, istediğimiz her bilgiye ulaşabilmemiz o kadar kolay ki.Bizim o bilgileri ezberlememiz değil, o bilgileri kullanıp kullanamıyor oluşumuz önemli. Şimdi sen dersen ki; öyle olursa da herkes birlikte yapar o verilen ödevi, bu nasıl olacak diye? Yapmayacaksın, çok daha iyi bir sistem için yapmayacaksın. Ki zaten böyle bir durumda başkasıyla beraber yapmanı gerektirecek bir şey de yok. Sonuçta mesleğin olacak bu senin. Buna rağmen gidip de başkasının yaptığını aynen geçireyim mantığında olanlar okumasın bir zahmet.

Ezber dedik devam edelim. Bana İnsan Kaynaklarında herhangi bir konudaki 10 tane maddeyi soruyorsun sınavda. Az biraz mantık ya. Ne katacak ki bu sorduğun soru bana? Bana o 10 maddeyi ezberletip soracağına, o 10 maddeyi yorumlat, bk bakalım nasıl fikirler var. Ama yok işte, 1 madde eksik olursa puan kırarsın ancak. Kitaptaki cümleden farklı bir şekilde yazarsam kabul etmezsin yazdığımı.

Bizim bölüme özel ve hiçbir yerde karşılaşamayacağınız bir şey var sırada. Takım Tezgahları ve CNC Programlama isimli Makine Mühendisliği dersi var. Dersin içeriğinden filan bahsedip sıkmıcam seni korkma! Saçmalığa bak sadece. Tamamen Makine Mühendisliği ile alakalı olan, Endüstri Mühendisliği ile neredeyse hiç alakası olmayan,(Endüstri'de 1. sınıfta bu derse çok benzer bir ders verilmişken) Makine Mühendisliğinde seçmeli olarak okutulan bu ders; Endüstri Mühendisliğinin zorunlu dersleri arasında. Sırf ders olsun, yer kaplasın diye koyulmuş öğrenciye eziyet bir ders. Sırf bu saçmalığa olan inadım yüzünden çalışmadım şu derse hiç ve 3 kez kaldım.

Bunu da geçelim. Gelelim bize teoride gösterdiklerini, pratikte istemelerine. Stajlar var malumunuz. Birçoğu naylon yapılan stajlar. Ya da sabahtan akşama kadar çay sigara eşliğinde takılarak geçirilen stajlar. Sizi ayak bağı olarak gören ve 10. günden sonra "tamam artık siz gelmeyin defterinizi imzalarız(aslında düreriz diyor)" diyen işyeri sahipleri, yöneticileri.

Peki şimdi bu duruma nasıl bir çözüm olur? Bunu bitirme ödevi projesi olarak yapmak istiyorum aslında. Eğer danışman hocam da fikirlerime katılırsa. Daha 1. sınıftayken aklıma gelmişti.

Mühendislik fakülteleri için bir düşünce. Düşündüğüm şekilde hayata geçirilmesi maliyetli olabilir. Ama daha iyi ve kaliteli kişiler yetiştirilebilmesi için de gerekli olduğuna inanıyorum.

Olay şu; Mühendislik Fakültesi olan her üniversitenin öğrencilerini rahatça yetiştirebileceği, çalıştırabileceği bir fabrikası olacak. Sadece fabrika yeterli değil tabi ki. Fabrikada çalışamayacak olan mühendislik bölümleri de var. Onlar için de benzer şeyler düşünülebilir. Ben bizim bölüme göre düşünerek sunuyorum bunu. Üniversitenin fabrikasının olması hem öğrencinin orada yetiştirilmisini sağlayacak, hem de üniversite için bir gelir kaynağı olacak bu. Öğrenci her gün okula gelmek ve gereksiz, 1-2 yıl sonra unutacağı dersleri görmek ve onların saçma sınavlarına girmek yerine, o fabrikaya gidecek. 1 dönem boyunca 4 aylık süreci tamamen orada geçirecek. 4 ay boyunca bir derste göreceği ve unutacağı teorik şeylerin hepsini pratikte öğrenme ve uygulama fırsatı bulacak.

Bunu üniversitelerdeki tüm bölümlere uyarlamak çok zor değil. Bu yapılabilirse, üniversiteler arası rekabet artacaktır, üniversitelerin kalitesi artacaktır. Okumak için burun kıvrılan yerler, okumak için can atılan yerler haline geleceklerdir. Ayrıca bu fabrikaların ekonomiye olacak katkısı da bir başka artı yanı.

Bunlar çok önceden yapılması gerekenlerdi bana göre. Ama hala geç kalınmış değil. Yine de buna maliyetli olduğu gerekçesiyle soğuk bakılırsa, üniversite şehirdeki fabrikalarla anlaşacak ve dönem boyunca öğrenciyi oraya gönderecek yine.

Bu konuda çok doluyum, daha da yazardım ama fazlasıyla uzun oldu. Yorumlarda konuşur tartışırız biraz da. Lütfen sizler de yazın kendi bloglarınızda gördüğünüz yanlış şeyleri.

Yeni Başlayanlar İçin Japonca Gibiydin

Geçenlerde Japon Dili'nde okuyan bir arkadaşımla konuşurken bahsetmişti. Japonca konuşma yarışması varmış, bir metin yazıp onu ezbere konuşmaları gerekiyormuş. Kazanan da Japonya'ya gidiyormuş. "Fikir ver belki ilham gelir, biraz komik, biraz mesaj içeren bişey olsun" demişti. Sanırım yarışmaya katılım tarihi geçti, ortaya çıkan iki farklı fikir vardı. Katılmış olmasını isterdim. Ben olsam bu tip bir durumda ben de katılmazdım muhtemelen ama onun katılmasını isterdim. Kendim katılacakmışım gibi konuşma metni düşündüm filan. Giriş kısmı aynı olan finalinde iki farklı sonuca ulaşabilecek bir metindi benim aklıma gelen.

Şöyle;

Kore filmlerini anlayabilmem için en az iki kez izlemem gerekiyor. Karakterleri hep karıştırıyorum birbirlerine çok benzedikleri için. Ya da ben benzettiğim için. Filmleri izlerken sonuna gelindiğinde başa sarıp şu adam kimdi diye bakıp duruyorum. Kimin kim olduğunu anlayana kadar Yüzüklerin Efendisini izlemiş kadar oluyorum süre açısından. Biz küçükken büyüklerimiz derdi hep "Japonlar, Koreliler hep birbirine benziyorlar." Peşine de muhakkak şu eklenirdi; "Ama onlar da bizi birbirimize benzetiyorlarmış." Biz etrafımızdakilere baktığımızda benzetemezdik birbirimizi, aynı şekilde bizim birbirine benzettiğimiz Uzakdoğulular da benzetemezlerdi birbirlerini heralde.

Bu noktadan sonra ulaşılacak iki farklı sonuç var;

1. Doğudan bakanların batıdakileri aynı görmesi, batıdan bakanların da doğudakileri aynı görmesi ve kendilerini, kendi içlerindeki çeşitlilikleri farklı görebilmesi. Daha az bildiği kültürü, aynı olarak yorumlaması, o bölgeyi birbirine daha çok benzetmesi. Uzaktan bakanın daha yüzeysel görmesi ve o yüzeyselliğin içinde bazı şeyleri birbirine daha kolay benzetebilmesi. Kendi içindeki çeşitliliği, farklılıkları bildiği, gördüğü ve daha rahat gözlemlediği için kendilerini benzetemememesi. Olaya sadece bir göz çekikliğiyle bakmayışı.

2. İnsanlar aynaya baktığında gördüğü yüzün bir başkasında daha olmasını istemezler. Benziyor da olsalar birbirlerine bu benzerliği kabul etmezler. Bu yüzden kendi içlerindeki benzerliği reddederken, kendilerinden farklı olan, görünenleri birbirine benzetmek hem işlerine gelir, hem de daha kolaydır. Aynada gördükleri yüze bakarken inceledikleri detaylarla, size bakarken inceledikleri detaylar farklıdır. Ve başta da dediğim gibi hiç kimse bir başka insana benzemekten hoşlanmaz aslında; eğer benzediği insan Johnny Depp değilse.

Tabii bunları bir de Japonca'ya çevirmek vardı.

23 Ocak 2011 Pazar

Kazım Koyuncu - Popülarite Mevsimi

Kazım Koyuncu'yu hayattayken dinleyen, bilenlerin sayısı oldukça azdı, öldükten sonra tanıyan bilenlere göre. Ama Av Mevsimi filminde Cem Yılmaz'ın söylediği Kazım Koyuncu şarkısı olan "Hayde" gösterdi ki birçoğu aslında sadece ismini biliyormuş Kazım Koyuncu'nun. Birkaç da şarkısı -didou nana, ben seni sevduğumi, gelevera deresi gibi- biliniyormuş. Bu güzel şarkıdan(Hayde) bi habermiş büyük çoğunluk. Şarkıyla, Cem Yılmaz'la tanışmışlar. Cem Yılmaz'ın nasıl söylediği ile alakalı bir yorumda bulunmayacağım, ama sen gel de Kazım'dan dinle bi.

Eğer birkaç tane Kazım Koyuncu şarkısı biliyorsanız ve beğeniyorsanız o şarkıları, bilmediklerinizi de ben size söyleyeyim, yok zaten beğenmiyorsanız bundan sonrasını okumanıza da gerek yok. Bir başka filmde Ata Demirer'in seslendirmesini beklemeyin, Narino'yu, Ella Ella'yı. Karadeniz müziğinde devrim yapan, Karadeniz müziğini birçoklarına sevdiren ve çok erken aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu'yu dinlemek için daha fazla beklemeyin. Hem sadece Karadeniz türküleri de değildi söyledikleri.

Geçelim gölgede kalanlara. Öncelikle de Hayde'den başlayalım. Hayde'deki tulum solosudur onu çok güzel yapanlardan biri, Kazım'ın sesidir bir diğeri.

Denizde Kararti Var'ı dinleyin. "Güzeller çok var ama meyil birine olur" diyor.

Ella Ella bir Hemşin türküsüdür. Kazım Koyuncu'nun muhteşem bir harmanıdır. Gitar da vardır içinde, tulum da.

Fadime hüzünlü bir aşk şarkısıdır sözleriyle, ama müziğiyle sizi horona davet eder. Oturduğunuz yerde omuzlarınızı sallarsınız.

Narino; yine tuluma doyacağınız bir türkü. Her mısranın sonunda narino diye eşlik edersiniz, ritmine bırakırsınız kendinizi şarkının.

Selimina'yı Atv'deki Parmaklıklar Ardında dizisinde duymuşsunuzdur muhakkak. Bir ağıttır. Ağıt sonrasındaki kemençe ve geri vokallerle hüzünlenir, bir sigara yakasınız gelir.

Tsira; megrelce'dir ve hüzünlüdür o da. Nanaia Tsira kogale.

İlkay Akkaya'yla Ou Nana düeti.

Domivamis; kıtlık anlamına gelen bir kelime lazcada. Muhteşem bir ritmi vardır.

Ncaiş Birapa; He yana yana yana, heyaymoli he yana. Çay'ın şarkısıdır.

Ka tun mita xendasoç; Zuğaşi Berepe zamanında daha sert ve Rock içerikli, sözleri bir kıza beddua derecesinde.

Gyuli Çkimi; Umay Umay'ın albümünde de "Kalbim Acıdı" düetiyle yer alan muhteşem şarkı. "Bir gün yolda yürüyordum, bi şarkı duydum kalbim acıdı, bu kadar." Kalbi acıtmakla kalmaz, ağlatır. Bu şarkıya ağlamak için lazca bilmek gerekmemektedir.

Sarpi moleni.

Ben; sadece kendisi olmak isteyenlerin şarkısı. 8-10 sene önce dinlerken, ben sadece ben olmak istiyorum kısmına üstüne basa basa eşlik ederdim. Yine daha sert bir şekilde Zuğaşi Berepe zamanında da söylenmiştir.

Ateşlerde; sihirli düşlerden geçsek, bulur muyuz yine kendimizi?

Ayrılık Şarkısı; şarkılarla geçti aramızdan Kazım. Ayrılık şarkısı olarak bıraktıklarından birisi.

Hoşçakal; bizlere vedasını daha da acıtarak yaptığı şarkı. İşte gidiyorum, bir şey demeden, arkamı dönmeden, şikayet etmeden, hiçbir şey almadan, bir şey vermeden, yol ayrılmış görmeden gidiyorum...

Yalnızlığı Anla; fırlatırdım bir taş gücüm olsaydı, yıkmaya yalnızlığın duvarını. Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun, bilmiyorum var mı daha acısı? Daha acısı yok be Kazım abi. Bu boşluğun dolmayacağını bilerek bir gece boyunca sadece bu şarkıyı dinlemişliğim var.

Anılar Düştü Peşime; uyumaz oldum.

Hayat; Bu hayat böyle mi olur, düşen hep yerde mi kalır?

Nacizane önerilerimdir dinlememiş olanlara.

Ümit Kıvanç'ın hazırladığı 3.5 saatlik "Kazım İçin Bir Film - Şarkılarla Geçtim Aranızdan"ı da edinip izleyiniz. Sadece Kazım'ın sesinden, Kazım..

19 Ocak 2011 Çarşamba

Bu Ne Biçim Hikaye Böyle


Bu şarkı da gerçekler işte. Benim hikayem. Bu ne biçim hikaye böyle? Güneylere gitme isteği, ortalardan kaybolmak, kafayı dinlemek, uzaklaşmak, yenilenmek.. Deliyim ben aslında, senin gibisini sevmekle. Başarısız olduysan oldun, koy götüne rahvan gitsin. Deveyi gütmeyip, bu diyarlardan git. Bu felek bize layık görmüş kelek. Sorarım kendi kendime, elimi tutan el nerde hani?

Elimizde bir hayat var. Kurtaracak mıyız, harcayacak mıyız? Aslında harcamak istiyoruz ama kurtarmamız bekleniyor. Ne harcayabiliyoruz, ne de kurtarabiliyoruz. En zor olan da bu arada sıkışmışlık ve ikisini de yapamamak.

Somewhere Over The Rainbow



Bir şarkının sözleriyle müziği bu kadar mı bütün ve uyumlu olur. Bu kadar mı aynı şeyleri anlatır. Sözlerini anlamıyor da olsanız, kendinizi bulutların arasında kanat çırparken, uçarken hayal edersiniz bu şarkıyı dinlerken. Gözleri kapatıp o hayallere doğru dalınası. O kadar güzel, bir masal kadar güzel, çok güzel.

Ama işte masallar gibidir. Şarkı boyunca bulutların arasında dolaşırsınız. Şarkı biter yine kendi dünyanıza dönersiniz ve yere çakılırsınız.

17 Ocak 2011 Pazartesi

Karma (Geri Dönüş ve TTNET'e Saygı-Sevgi)

Bu sabah bir mesaj geldi telefonuma TTNET'ten.

-----flashback-----
Geçen yıl oturduğumuz evde benim üstümeydi internet ve evden taşınırken yaz boyunca burada bulunmayacağımız için iptal ettirmek için Türk Telekom'a gitmiştim. Onlar da "3 ay boyunca dondurabiliyorsunuz, eğer 3 ay sonunda açtırma talebinde bulunmazsanız hat kendiliğinden kapatılıyor" demişlerdi. Ben de "iyi madem öyle yapalım, yeniden açtırma ücreti ödemeyiz eğer 3 ay içinde geri gelirsek" diye düşündüm. Hay düşünmez olaydım! 3 aydan daha fazlası geçti, yeni taşındığımız evde Taner'in üzerine yeni bir bağlantı aldık. Aradan 2 ay daha geçtikten sonra telefonuma gelen mesaj; "90 küsür lira ödenmemiş borcunuz bulunmaktadır". Hemen Türk Telekom'a gidilir. Durum anlatılır ve karşılığında TT çalışanlarından biri; "dondurulduktan sonra kendiliğinden kapanmıyor açılıyor" der. "Nasıl ya siz bana tam tersini söylemiştiniz?" deriz ve sonra "tamam kapatalım" derler. Herhangi bir ücret talep etmemiştir o esnada TTNET. 1 gün sonra TTNET'ten bir telefon gelir ve "hattınızı kapatma talebinde bulunmuşsunuz onaylıyor musunuz?" diye sorulur. Tabi ki onaylıyoruz.
-----flashback-----

Aradan 1 ay daha geçer;
17 Ocak 2011 gününün sabahında TTNET'ten telefona gelen mesaj şu şekildedir: "İptal edilen ADSL hattınızın 100 küsür lira borcu bulunmaktadır. 20.01.2011'e kadar ödeme yapmamanız durumunda hukuki işlemler başlatılacaktır." Ödeme yapmayacağım. Ödemeyi yapabilecek durumda değilim ama, o maddi güce sahip olsam da yapmazdım. Burada mağdur duruma düşürülen yine bizleriz her zaman olduğu gibi. Benim kapatacağım hattı "donduralım, o süre içinde açtırmazsanız kendi iptal olur" diyorsun önce bana. Sonra o hattı bana sormadan açıyorsun. "Ben bu hattı kullanmıyorum ki kapatılsın" talebinde bulunduğunda telefon açıyorlar "neden aboneliğinizi iptal ediyorsunuz, kapatalım mı, onaylıyor musunuz" diye.

Hattı kapatırken telefon açıp soran zihniyet,
neden acaba benim dondurduğum ve kendiliğinden kapatılması gereken hat açılırken arayıp sormuyor veya bilgilendirmiyor? Hattı neden kapattığımı soran ve biz değerli! müşterilerinin şikayetlerini dinlemek isteyen TTNET, sadece müşteri kaybederken nedenleri soruyor, müşteri kazıklarken nedenler önemli olmuyor nedense!

14 Ocak 2011 Cuma

Godsmack - Drum Battle



Bateri çalmak da, çalanı izlemek de güzel. Hele ki böyle şovları izlemek. İki davul, bir baterist, bir solist. Sonuç; muazzam.

13 Ocak 2011 Perşembe

Bir Soru - Bir Cevap


Bu soruyu Endüstri Mühendisliğine Giriş(EMG) dersinin finalinde sormuştu hocamız. Final kağıdını da bırakmıştı bizlere, ben de hala saklıyorum. Kağıttaki 2007 tarihinden de anlaşılacağı gibi dersi 2 kez kaldıktan sonra 3. alışımda geçmiştim. Yani Endüstri Mühendisliğine girişim bile bu kadar sıkıntılı olmuşken okulu 7. seneye uzatmam da aslında çok anormal değil di mi ama?

Anormal olan ise benim bu sınavdaki enteresan soruya verdiğim daha enteresan cevap.

Soru şuydu tam olarak;

"Ali ileriye dönük düşünceleri olan bir üniversite öğrencisidir. Hep çalışıp hiç eğlenmemenin insanı olumsuz etkileyeceğine inanmaktadır. Bu yüzden de elindeki 10 saati (günlük), çalışmaya ve eğlenceye eşit paylaştırmak arzusundadır. Ali’ye göre eğlenme çalışmadan 2 kat iyidir. Ama Ali eğlendiği kadar çalışmak da istemektedir. Üstelik tüm ödevlerini bitirmesi halinde günde 4 saatten fazla eğlenemeyeceğinin de farkındadır. Tüm bu bilgileri değerlendiren Ali’nin hem çalışma hem de eğlenmeden alacağı zevki maksimum kılabilmesi için zamanı nasıl kullanması gerekir?"

Cevabım ise aşağı yukarı şöyleydi;

"Eğlenmek çalışmaktan iki kat daha iyi olduğuna göre Ali'nin günlük elinde bulunan 10 saatin 6-7 saatini eğlenmeye ayırması daha iyi olacaktır. Sonuçta insan eğlenmeden, hayattan zevk almadan yaşadığında mutlu olamaz. Zaten her gün aynı yoğunlukta dersleri ve ödevleri de olmayacaktır. Hem her dersten çok iyi notla geçmesi de şart değil. Bu yüzden de Ali eğlenmeye 6-7 saat civarında zaman ayırırsa hem eğlenmesinden, hem de çalışmasından geri kalmayacaktır ve daha iyi bir hayatı olacaktır. Derslerinin çok yoğun olduğu zamanlarda bu süreyi eğlenmek ve çalışmaya 5'er saat olmak üzere eşitleyebilir. "

Sorunun çözümü; amaç fonksiyonu ve kısıtlarla, yani Yöneylem Araştırması teknikleriyle normalde. İşte benim dramım bu. Taa o zaman başlamış aslında herşey.

Daha ilginç olan şey ise bu verdiğim cevaba rağmen geçmiş olmam bu dersi. Hoca komik buldu da mı puan verdi, yoksa diğer soruları mı iyi yaptım bilemiyorum.

Operations Research Dream

Millet American Dream, Arizona Dream görür, izler, oynar filan. Benim bu geceki rüyama bak. Operations Research Dream. O kadar kafaya takınca tabi kaçınılmazdı bu rüyayı görmem. Ama çok acaip bitti. Böyle uyandım kahkaha atıyordum.

Yöneylem'in finalindeydim rüyamda. Hoca 2 yıl öncesinin sorularını sormuş. Ama bana verdiği kağıt 2 yıl önce verdiği kağıdın aynısı. Aynısı yani, 2 yıl önce üzerine yazıp çizdiğim kağıt. 2 tane soruya 10'ar tam puan vermiş hoca. Onlara hiç dokunmuyorum, diğerlerine yapmak için uğraşıyorum filan. Esas bomba kısım ise sonda geliyor. Sınav bittikten sonra mı, yoksa devam ederken mi emin değilim yanıma bi kız oturuyor. Kızın adı da "Selnur Yadın". "Aydın" değil bak özellikle söylüyorum "Yadın". Böyle bi garip bakıyor bana, hoşlanıyor gibi filan. Ne alakaysa. Sonra "sen yeni mi geldin okula" diyor. Haftada bir gün dersim olduğundan tanımıyor tabi beni. Ben de acaip garip pis bir gülümsemeyle -efekt de katayım- "ehehahah Benim 7. senem yaa eheheah" diyorum.(Erdem Yener'in son avea reklamında "bombaya bak yaa" demesi gibiydi hatta) Bu efektleri sadece o cümlenın başı ve sonunda değil, söylerken de düşünün. Ben bunu der demez kızın suratı bir değişiyor, benden bir kaçıyor arkasına bile bakmadan. Şener Şen'in meşhur kaçışı-koşuşu var ya aynı o biçim. Sanki ben Nuri Alço'yum demişim kıza. O derece bir kaçış kızınkisi. Uyanıyorum, önce acaip bir kahkaha. Arkadaşa anlatıyorum o da kendinden geçiyor.

Evet yöneylem araştırmasının bokunu çıkardım artık. Geçse de kurtulsam. Geçsem de değil bak, geçse de.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Eften Püften Başarılar #3

Bu da Yöneylem Araştırması dersinden bir anı. Bugün bahsetmişken bu kategoride yazılmayı hakediyor diye düşündüm.

Geçen yıl Yöneylem Araştırması dersinin bir ödevini teslim etmiştik. Ödev filan yapıyorum o zamanlar. Ödevi o zamanlar sınıf ve ev arkadaşım olan Tuncer alıp getirmişti. Yapıp vermiştik. Beraber yaptığımız belli olmasın diye de biraz değişik şekiller vermiştik soruların çözümüne. Ödevin tesliminden bir süre sonra bölüm katında bir ilan vardı. Yöneylem hocamız Tuncer ve beni yanına çağırıyordu. Gittik. "Çocuklar siz bu ödevi nerden buldunuz, ben böyle bir ödev vermedim" dedi. Tuncer de "fotokopiye söyledim bunu verdiler hocam" diye karşılık verdi. Ben artık dayanamadım telefon çalıyomuş gibi yapıp dışarı çıktım rahatça gülebilmek için. Bi de beraber yaptığımız belli olmasın diye o kadar çaba göstermiştik. Direk kabak gibi çıktı ortaya foyamız.
Hocanın vermediği bir ödevi teslim etmek de azımsanmayacak bir başarıydı.

Can Sıkıcı

Cuma günü Yöneylem Araştırması finalim var. Şu meşhur dersim. Bu ders yüzünden saçlarım döküldü lan.(Yok lan yok, ırsi de olabilir) Okulun biteceğine olan inancımı zayıflatıyor bu dersi hala geçememek. 4. kez alıyorum. Şimdiye kadar 4 vize 3 final olmak üzere toplam 7 Yöneylem sınavından aldığım en yüksek not 34. Bana her yer 61 olmalıydı. O kadar isteksizim ki çalışmak için. Zaten çalışınca da bişey anlamıyorum ki. Hem çalışıp kalınca üzülüyosun ya, çalışmayınca o da olmuyo. Zaten çalışmışsın çalışmamışsın bişey değişmiyo ki. Bunda tek başıma çalışmaya çabalamam(ve çalışamamam) ve dersi bilen bir tanıdığımın olmayışı-kalmayışı da etkili tabi. Aslında bu kadar zor olmamalı bu dersi geçmek. Herhangi bir dersi geçmek de o kadar zor olmamalı değil mi. Ama işte o kadar nefret ettim ki bu dersten ben. Bunda hocamızın dersi işleme tarzı ve sınavlardaki soru tarzı da etkili muhakkak. Sonunu bildiğim bir filme gidecekmişim gibi hissediyorum bu ders hakkında. Sürpriz oynamak istiyorum, filmin yeniden çekilmiş olmasını diliyorum. Ama bunun için bir şey yapamıyorum. Bu dersin sınavlarından birinde uyuyakalmıştım. Amma da yazdım ha. Altı üstü bi Yöneylem. Yönünü eyleyemediğim ders de geç işte. Ne çok birikmiş içimde.

Hazır modem çok fazla ısınmamışken, şu diğer mimi de yazayım. 1 hafta oldu nerdeyse yazamadım. 1-2 saate kopar yine bağlantım. En son modemin üstüne suyu dökücem. Sonra da önce duvara fırlatıcam, üstünde tepinicem. Video'ya çekip tüm paylaşım ortamlarında paylaşıcam.

İmge ve Mergiz belli bi yaşa gelip yap(a)madıklarımız konusunda orta açtılar. "Yapmak isteyip de yapabildiğin bişey var mı?" diye sorarlar adama önce. Neyse sıralayayım aklıma gelenleri.

  1. Hala kendime bi mp3 player almadım. Discman'le idare ediyorum.
  2. Bu yaşa geldim, o kadar çok şehir gezdim, hala İzmir'e gidemedim. Gittiğimde Bornova'dan başlıcam. Küçük Park civarından.
  3. Tam da hiç düzenli odam olmadı diye yazacaktım hevesle. Ama yaklaşık 10 gün önce Ersin'in düzenleyip, temizlediği odam neredeyse hala o günkü kadar düzenli ve temiz. O kadar emek verdi çocuk, kıyamıyorum dağıtıp pisletmeye.
  4. Hiç uçağa binmedim.
  5. Üniversite'de hiç kopya çekmedim diyebilirim. Çekemedim değil, çekmeye yeltenmedim.
  6. Kitap okuma alışkanlığı edinemedim. Senede 1 kitap belki. Bunu da biliyorsunuzdur da işte.
Kafam çok dağınık, bozuk. Çıkmıyo başka şeyler. Ne normal, ne de komik olabilecek birşeyler yazamıyorum.

Evet evet, aslında şu an 107 gol yemiş takımın teknik direktörü gibiyim. Yöneylem'den şimdiye kadar aldığım notların toplamına baktım, 94'müş. Girmediğim bir final var. Girmiş olsam belki 107 olurdu toplam.

11 Ocak 2011 Salı

Karıştır

Şarkılardan cümleler kesip birleştirme işi. Mery DAIMON'un mimleyişi. Kopyala yapıştır bi nevi. Ama ben zihinden hesaplayıp, el emeği göz nuru yazacağım. Hiç birbiriyle alakası olmayan cümlelerden oluşan bir şarkı çıkacak ortaya. Nekropsi'nin "Erciyes Şokta" şarkısı gibi. Başlayayım o halde. Beynimi Shuffle'da çalıştırmaya başlıyorum.

Daha dün gelmiştin köyden, çıkmaz oldun diskotekten.
Kokun sinmiş rüzgarlara, her esintide yalnız sen.
Bakıp dalarken göklere, geceler sen yıldızlar sen.
Kahvedekiler ınının diyor. Inının, ınının, ınının.
Haber gelmez, hasret bitmez, bu şehirde geçmez günler.
Gittikçe yükselen haller içindeyim.
İnsandan örülmüş duvarlar içindeyim.
Diretme olmaz bu elbise bana;
Makinen değilim ki ben senin, imajın değilim ki ben senin, soytarın değilim ki ben senin.
Bütün kış işedikleri denizlere;
Yazın yüzmeye gidenlere yuh. Sana da yuh! Bana da yuh!
Yakın ölüm deneyimi bu yaşadığımız, bizi birbirimizden ayıran.
Yakın ölüm deneyimi bu, değişmemize neden olan.
Son bir umut verse biri ve güzel olacak bir gün herşey dese;
Ben inanırım belki de bu yalana, ben de alışırım gözlerimi kapamaya.
Ağam vay paşam vay bu derdi ben çekemem vay;
Düşmüyor yakamdan ne çektim bu adamdan.
Duy sesimi, söyleyemem ben derdimi.
Duy sesimi, söyleyemem ben..
Sesim yok duyamazsın, çok uzaktayım çok.
Üstelik tanışmışız da bir Kadıköy akşamında;
Gidebilir miyiz dersin buradan uzaklara.
Hani olur ya bazen kaçarsın herşeyden.
Hani olur ya bazen şarkı biter aniden.
Bu şarkıyı söyleyin ama bilmeyin.
Bu şarkıyı dinleyin ama sevmeyin.

Bu son şarkıdır bu albümde, bu son şarkıdııır buuu albümde.

Bunu da Mergiz, Murshill, Lütfücüğüm, Berdush, Francesca McKennitt ve Hayal Meyal'e paslamış olayım.

Şunu da araya bi yere sıkıştırsaymışım şimdi dinlerken canım çekti.
Ben bu aşkın sırrını hiç çözemedim yar, beni sevdin mi yoksa yanıldım mı eyvah
Söylediklerin yaptıklarından neden uzak, düşündüm bulamadım eyvah

8 Ocak 2011 Cumartesi

Ben Nolucam Hüsnü?


Ersin'in buradaki son yazısını, o yazısının son yazısı olduğunu burayı takip edenlerin çoğu benden önce öğrendi sanırım. Bir önceki yazıda belirttiğim gibi modemdeki sorundan dolayı bilgisayarımdan internete giremiyordum. Neyse.

Ersin'in böyle bir düşüncesi olduğunu hiç bilmiyordum. Kendisinin de belirttiği gibi Msn'de ilk yakaladığım anda çok pis sövücem. Ersin olm sana çok pis laflar hazırladım! İşin şakası bir yana, yazıyı okuyunca acaip hissettim be olm. Sanki beraber bir yola çıkmışız da, sen; "ben artık bu taraftan gideceğim" demişsin gibi. Sonra da ikimizin de meşhur olan özelliği çağrışımlarımızdan Kemal Sunal'ın bir sahnesi geldi aklıma. Vardı ya hani Kibar Feyzo'da;
+ Sen
- Ben
+ Sen
- E been.
sahnesi hani. En son "sen gelme ulan ayı" diye bitiyordu. Bu geldi işte aklıma. Uzun süredir yazmayışının da etkisinin olduğunu ve beraber başladığımız bu blogta anlatacaklarının benim boş beleş yazdığım şeyler içinde kaybolup gitmemesini istediğin için bu kararı aldığını düşünüyorum. Daha ilk zamanlarda "anket gibi şeyler yazma aq" diye de sövüyodun ya bana. Bilmiyorum, belki de zaman içinde senin düşündüğün formattan çıktı iyice benim devam ettirmeye çalıştığım blog.

Kendine ait bir yeri de açmış olmanı da bu sebeple anlıyorum. Tamamen sana ait bir yer olacak. En sıkı izleyicin de ben olacaaağm. Yukarıda sen gelme ulan ayı'lı yazdığıma bakma ha. Az biraz gülelim diye şey ettim. Oradaki yolun açık olsun dostum. Buradaki kadar özletme kendini. Yazında da belirttiğin bir rüya üzerine olmuş bunlar. Az çok tahmin ediyorum ne olduğunu.



Haaa bu arada. Düzenleyip, temizlediğin odam var ya. Hala o son bıraktığın gibi düzenli ve temiz. Odada sigara da içmiyorum artık. Senden bana bir şeyler bulaşıyor gibi.

Mucit, Mucit Bu

Ersin'in yazdığı son yazıda yaptığım yorumda internetteki sorun olduğundan bahsetmiştim. Sorun şu ki; modemimiz kafayı yedi. Kablo ile bağlanmak pek mümkün olamıyor. Modemi açtıktan 10 dakika sonra sağ alt köşede kablo takılı değil uyarısı çıkıyor. Bu uyarı gittikçe daha da sıklaşıyor. 10 saniyede bir'e kadar ulaşıyor ve sonunda tamamen işlevini yitiriyor kablo ile bağlanabilme özelliği. Bende de masaüstü olduğundan dolayı(tarihi eser olmaya aday hem de) kablosuz ağ bağlantısı kullanamıyorum malum.

Yaptığım incelemelerde, modemin çok fazla ısındığını tespit ettim ve kendimce iki çözüm denedim. Sonuç başarılı. Birinci çözüm; modemin olduğu salon olarak kullandığımız odanın camını açtım ki oda soğusun. İkinci çözüm ise modemin üzerine buzdolabındaki meyve suyunu ve cezveyi(içine yine dolaptan aldığım biraz buz parçasını koyarak) koydum. 8-10 dakikada bir çıkıyor şimdi kablo takılı değil uyarısı. O da işimi görmem için yeterli.

7 Ocak 2011 Cuma

Son Yazı


Uzun zamandır yazmıyordum zaten ama resmiyete dökmemiştim hiç, belki birgün tekrar başlarım burada diye. Sağolsun Hasan'da silmemiş beni yazarlıktan. Ee, ne de olsa tepedeki fotoğrafta gözüken yarım kafalardan biri de bana ait.

Güzeldi burada yazmak. Birçok şey anlattım, yaşadıklarımı, düşündüklerimi... Çok fazla olmasa da insanlar tanıdım. Şimdiki zamana arkadaşlık olarak taşınmamış olsa da farklı hayatlarla tanışmak bile  yeterli oldu. Bu da her bir insanın ayrı bir dünya olduğunu düşünen ve hayatın genişliğine hayranlık duyan, yolculuklarında camdan dışarıyı seyrederken gördüğü evlere bakarak içinde yaşayan insanları, hayatlarını, hikayelerini merak eden, hayal kuran benim için yeter de artardı bile.

Buradaki son yazımı yazmadan önce başka bir yerde ilk yazımı yazdım. Bu sonsuz alemde kendime ait bir yerim olsun istedim. Günün birinde sizlerinde bir bakıp çıkacağınızı tahmin ediyorum öyle veya böyle. 

Fazla uzatmak istemem. Dostum, sen de büyütüp buralara getirdiğin bu mekanda daha çok şeyler anlatırsın umarım.

Burada paylaştığım son şarkı da bu olsun:



Sağlıcakla...

6 Ocak 2011 Perşembe

Adım Samuel, 25 Yaşım

Maççu Piççuu Pikaççuu Kaymakamı'ndan aldığım yetkiyle saçmalamaya başlıyorum. Ulan kim sormuş bu soruları? Kim çıkarıyo bu soruları kim kim kim? Ulvi'ye bağladım yine. Hayır nedir yani. 10 küsür sene önce Mirc'ta ASL diye sorardık tamam da. Sonradan bunlar dalga konusu falan filan oldular. Bu sorulara vereceğim cevapla beni Esra Erol'la İzdivaç programına mı davet edeceksiniz? Ön mülakat gibi bişey mi bu yani nedir? Önce şu video'yu da izleyelim hep beraber sonra sorulara geçeriz.


Kaç yaşındasınız?

Kemik yaşı, ruh yaşı mı diye sorarım ben şimdi sana?

İsminizin son harfi ne?

İsmimin son harfi Neee. Nee dedim işte ne bakıyosun. Neee lan Neee. Haa pardon N.

En sevdiğiniz renk?

Renkler ve zevkler tartışılmaz. Tartışmayın o zaman. En sevdiğim renk bordo.

Kilonuz kaç?

Valla sıkıldım ben bu kilomdan. 5-6 senedir hiç değişmez mi bi insanın kilosu. Hayatımda hiç ekşın yok.

Boyunuz kaç?

Boyumdan da sıkıldım aga. Kilo 5-6 senedir değişmiyo, boy 6-8 senedir aynı. Ne lan bu.

Ailenizin kaçıncı çocuğusunuz?

İlk göz ağrısıyım ama tek göz ağrısı değilim.

En sevdiğiniz şarkı?

Böyle soru mu olur arkadaş? Tek bir şarkı ismi nasıl vereyim. Şaka şaka en sevdiğim şarkı Mustafa Topaloğlu - Gerizekalı Sevgilim.

Sizce sarışın mı esmer mi?

Bak sevgili arkadaşım. Dünya sarışınlar ve esmerler üzerine kurulmamıştır. Aralarında bir sürü farklı tonlar vardır. Kumral gibi, kızıl gibi. Benim gibi kızıl fetişisti olan kumral birine sorma bu soruyu.

Sigara kullanıyor musunuz?

Kullanıyorum. İbre 250 km/h gösteriyor hatta.

Alkol?

Etil mi metil mi diye sorarım şimdi ben sana!?

Çayı fincanda mı içersiniz çay bardağında mı?

Yav çay bardağında içilecek yer vaaar, içilmeyecek yer var. Dışardaysam çay bardağında içiyoruz zaten başka çare yok. Evde kupaya doldururum. O ne lan iki fırtta bitiyor. Ben tembel adamım olm, ikide bir kalk git yeniden koy filan uğraşamam. Zaten Karadeniz'liyim, biz çayı hızlı içeriz. Kupada soğuması gibi bir durum da olmuyor yani merak etme. Sıkınti yok!

Bu abuk cevaplardan sonra bu soruları crazywomenrosemary'ye havale ediyorum.

Dilekçe Örneği


Böylesi de var işte. 3-4 sene önce Türk Telekom'da internet başvurusu yaparken bulmuştum bu dilekçeyi. Her kim yazmışsa eline sağlık. Ne zaman dilekçe yazacak olsam, buna bakar kopya çekerim. Hepinizden de böyle dilekçe yazmanızı ric ederim.

DİLEKÇEM

Okuyom ben yaa'ya aday valla.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Yoksulluk


"Güne kahveyle başladım, ağzım kuru zihnim açık." Yok yok böyle değildi. Yani benim bugünkü hikayem böyle değildi.

"Güne karanlıkla başladım" olacak doğrusu. Ev arkadaşım Ali; öğle saatlerinde uyuyor olan beni uyandırdı ve "elektrikleri kestiler la" dedi. Her an olabileceğini bekliyorduk zaten. Ama ciddi ciddi kesmişler. Ne bileyim biraz daha sürer verirler diye umuyorduk heralde. . Napcaz netcez ikimizde de 5 kuruş para yok. Taner geldi odasından sonra -Türk filmlerinde zengin abiler gibi- son 100 lirasını koydu masaya, gidin yatırın lan hadi dedi. Onun da zenginliği o 100 lirayı koyduktan sonra sona erdi.

3 aydır ödenmemiş olan internetin kesilmesini bekliyordum ben aslında. Hem ders çalışabilmek adına da daha olumlu bir adım olurdu bu. Neyse..

Bu sorunun çözümünü sağladıktan sonra, sadece Avea ve Garanti'nin hatırladığı telefonuma baktım. O da ne! Telefonum arama yapmaya kapanmış. Acilen kontör yüklemem gerekiyormuş hattımın iptal edilmemesi için. 5 senelik hat bu, boru değil. İnsan iptal ederken iki kere düşünür! Noldu yani 3 ay kontör yüklemedim diye. Ne bu vefasızlık kardeşim! Zaten kimseyi arayamıyordum ve kimseye mesaj atamıyordum uzun bir süredir 50 kuruş kalmış olduğu için hattımda. Artık istesem de o son 50 kuruşu harcayamayacağım.

Gittik yatırdık elektriği. Ali'nin yarın sınavı var. Saat 6 oldu hala gelip açmadılar. Mum aldık her ihtimale karşı bugün açılmazsa diye. Ali mumla ders çalışma fantezisini düşünüyor bi yandan. Yarın da okulda hocasına "Elektrikler kesildi" bahanesini söyleyecek sınavı kötü geçerse. Neyse ki daha fazla uzamadı bu süreç. Beklerken elektriğin yeniden gelmesini, dönen muhabbet de şu şekilde:
- Kapıcıya gidip sorsak mı ne zaman açılıyomuş biliyodur o.
+ Hee gidek söyleyek, belki halimize acır bizden aidat parasını da istemez.

Sonunda ışığa kavuştuk, ama her an internet kesilebilir. Daha bunların dışında, doğalgaz, aidat, kira borçları var ki bahsedemedim.

Sözü Kesmeşeker'e bırakıp kaçıyorum. Ne güzel yazmış Cenk Taner. Güneşi görmek, İşte Güneş'i de doya doya söylemek umuduyla.


Yaşadığımız tüm yerler
İnsanlar ve mevsimler

Değişti birer birer olamadık farkında

Zamana ait düşlerim

Gemi benim kaptan benim

Birgün baktım ki batmıştı gemim

Yok yok yoksulluk

Hem kalben hem fikren vurulmuştum

Öylesine yorgunum ki
Adın neydi unuttum

Sakın inanma aşk ne bitti ne tükendi

Bu gol yenmez ama rakip takım çok kuvvetli
Çarşıya çıktım bir bilet aldım

Otobüse bindim, gittim

Bir türlü yenemedim

Yok yok yoksulluk

Hem kalben hem fikren vurulmuştum

Öylesine yorgunum ki
Adın neydi unuttum

4 Ocak 2011 Salı

Özel Günler'e Dair

Doğum günleri, yılbaşıları, uydurulmuş bilmem neler günleri falan filan. Hiçbiri önemsediğim, diğer günlerden daha fazla önem verdiğim günler değil.

Bana herkesin söyleyebileceği şeyleri söylemeyin böyle günlerde. Bu size göre özel bir gün madem, illa bir şeyler söylemek istiyorsanız; bana özel bir şeyler söyleyin de bir değeri olsun.

Doğum günün kutlu olsun, nice yıllara, mutlu yıllar gibi lafları duymak-görmek istemiyorum, facebook'ta sağ üst köşede adını gördüğü herkesin doğum gününü kutlayanlar gibi. Beni o günlerden birinde hatırladığınızı, bunların hiçbirini kullanmadan da, ima edebilirsiniz. Ve böylesi kesinlikle daha samimi.