Okumadan Geçme

Facebook

24 Şubat 2011 Perşembe

6 Yıl 6 Şarkı

Hayatımın son 6 yılında senelere özel takılı kaldığım şarkılar bunlar.

2005; Kurban - Ben; Merakla beklediğim Kurban'ın İnsanlar albümü nihayet çıkmıştı. Çok uzun süre dinlemekten kendimi alamadığım bu albümden şarkı seçmek de zor aslında. Arasından Ben'i seçtim şu anda yazarken. Yarın yazsam belki bir başka şarkıyı seçerdim. Ha bir de Kurban dağılmadan önce konserlerine gidememiştim denk getirip. Birleşirlerse ilk konserlerine gidecem demiştim kendi kendime. Birleştiler ve 2007'de Eskişehir konserlerine gittim. Sözüm sözmüş.

2006; Metallica - Fade To Black; Tek tük sigara içtiğim zamanlardı. Haftada 1-2 tane arkadaşların uzattığı. O zamanların yaz ayında Trabzon'a gitmiştim nihayet uzun bir aradan sonra. Memleket ulan be. Trabzon'da babannemin yanındaydım köyde. Gece amcam ve kuzenimin eşi yattıktan sonra, balkonda Ersin'den ödünç aldığım MP3 Player'ı açıp uzanmıştım yıldızları seyre. 2 sigara içmiştim peşpeşe bu mükemmel şarkı eşliğinde.

2007; Kazım Koyuncu - Yalnızlığı Anla; Kazım Koyuncu'nun kaybı üzerine dinliyordum ilk zamanlar. Acıtıyordu. 2007'de en yakınımı kaybedince, günlerce başka şarkı dinlememe engel olmuştu bu şarkı. Çok daha fazla acıtıyordu.

Bir boşluk ki nasıl insanla dolsun
Bilmiyorum var mı daha acısı

2008; Anathema - One Last Goodbye; Ersin ve Gülçin'le gittiğimiz HüRock fest'te sahne alıyordu o yıl Anathema. Zaten sürekli geliyorlardı bokunu çıkartmışlardı aslında evet ama. Ben ilk kez gidiyordum. Karar veremiyordum bu adamların en iyi şarkısı hangisi diye. Konserine gitmek lazımmış demek ki. Ölen annelerine yazdıkları bu şarkı da, çok gecenin tek başına sesi olmuştur.

2009; Umay Umay - Kalbim Acıdı; Esasında Kazım Koyuncu'nun Gyuli Çkimi şarkısı bu da. Umay Umay'ın albümde Kazım Koyuncu'ya eşlik ettiği versiyonu. Bu şarkıya ağlamak için Lazca bilmek gerekmemektedir. Bir gün yolda yürürken bu şarkıyı duyarsınız, kalbiniz acır. Bu kadar.

2010; Pink Floyd - High Hopes; Tüm zamanların en çok dinlediğim ve en güzel şarkısı. Bana göre tabi. Sana göre farklıdır illa ki. 2010 yılında daha başka güzel gelmeye başladı bu parça. Üstüste milyon kez dinlesem bıkmam biliyorum. Bu şarkıyı da 2006'da olduğu gibi, bu yıl Trabzon'da, köyde gece sigara içerken dinlemiştim. Bu kez kuzenimin eşinin paketindeki sigaralar eşliğinde değil, kendi aldığım sigaralar eşliğinde dinledim. Şarkının güzel oluşunun da etkisiyle sigara sayısı da artmıştı tabi.

23 Şubat 2011 Çarşamba

E - Zaman

İnsanlar; aynı anda bir yerde gündüzken başka bir yerde gece olduğunu ne zaman ve nasıl farkettiler acaba? Geçen gün takıldı aklıma bu soru.

Galileo Galilei dünyanın döndüğünü söylemiş ama bunu kabul ettirememişti malum.

Benim aklıma; "cep saatlerinin keşfedilmesiyle, çok uzak bir yere gidildiğinde farketmiş olabilirler mi acaba?" sorusu geldi.

Ev arkadaşım "telgrafın icadıyla olmuş olabilir" dedi.

O dönemlerde yaşıyor olsaydık diye düşündüm sonra. Düşünsenize bir çok insan için gidebileceği en uzak nokta; gözünün gördüğü son nokta olan ufuk noktası. En fazla 50-100 km'lik bir alanda yaşadığınızı düşünün.

Öyle düşünün sadece. Bir şey olacağından değil işte. Boş düşünce.

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bi Siktir Git Dedirten Gece Bunalımları

Bu başlık bir önceki yazının aslında. O gece yazdıklarımı biraz açacağım. Şu anda o psikolojide değilim. Ama geliyor işte ara sıra. İçimdekileri biraz daha dökmek için yazıyorum bu kez.

Uykusuz geçen bir geceydi; düşünmekten uyuyamadığım, uyuyamadıkça kendime sinirlendiğim bir gece. Sabaha karşı 6'da yine boka sarmıştı beynim.

"Bok gibi bir hayat yaşıyorum ve hiç bir şeyi düzeltemiyorum hayatımdaki" demiştim. Kendin ettin, kendin buldun'un karşılığı bu biraz. Günler öylece geçip giderken, ben seyirci bile olamıyorum çoğu zaman. Kıramıyorum kabukları. Bir çok şeyi erteledikçe erteliyorum. Ayağa kalkamıyorum. Kalkmak için çaba da gösteremiyorum.

"Sanki yarın sınavım var da hiç çalışmamışım gibi hissediyorum" demiştim. Bu durumu çok tembel bir öğrenci olduğum için zaten çokça yaşadım. Ama bu sefer ki daha farklıydı. Hayat akarken benim duruyor olmamdı beni aşırı rahatsız eden sanırım. Ve benim buna karşı bir şey yapamamam, kendimi akıntıya bile bırakamamamdı.

Kaybettiklerim, özlediklerim, içimdeki nefret, pişmanlıklar, olduramadıklarım, bana inananları utandırmam; kendimi akıntıya bırakmamı, hayata geri dönmemi engelliyor.

Güçsüzüm. Kötü düşünceleri atamıyorum aklımdan. Geçmişi değiştiremeyeceğim halde, geçmişte yaşıyorum. Kendi adıma bir gelecek hayal edemiyorum artık. Geçmişte yapmayı düşlediğim; bana hayal ederken heyecan veren bir çok hobimi yapmak için içimde bir kıpırtı kalmadı. Herhangi bir istek ve heyecan yok artık o şeyler için. İnanç kalmadı çünkü. Kurtulamadım bu havadan. Yeni insanlarla tanışmak zor geliyor artık. Onlara yeniden kendimi, aynı şeyleri anlatmak zor geliyor.

Dün gece kendimi sevmiyorum ben dedim. Benim iyiliğimi isteyen birine, belki de sert ve kırıcıydı bunu söyleme tarzım. Daha sonradan ben öyle hissettim en azından. Doğrusu "kendimi sevemiyorum ben" olacak. Belki bir gün kendimi sevmeyi başarırsam, düzelir bir şeyler. Dün geceki o durumdan dolayı özür diliyorum kırdıysam.

Ben babamı güldürmeyi seviyordum. Çok az yapmış olsam da bunu. Rüyamda güldürüyorum arada bir. Mutlu uyanıyorum gerçekten yaşamışım gibi o anı. Babam da rüyamdaki o anları hissediyordur umarım.

18 Şubat 2011 Cuma

bu kaçıncı uykusuz geçen gece. bu kaçıncı düşünmekten uyuyamadığım gece. bu kaçıncı kendime olan sinirimden kendimden nefret ettiğim gece.

bok gibi bi hayat yaşıyorum. hiç birşeyi düzeltemiyorum hayatımdaki. sadece günleri geçirip duruyorum. erteliyorum sürekli her şeyi.

sanki yarın sınavım var da, ben hiç çalışmamışım gibi hissediyorum.

gücümü toparlayamıyorum bi türlü, gün geçtikçe eriyorum sadece.

çabalamak için bile gücüm yok. bir çok şeyi dalgaya alıp gülüp geçiyorum çoğu zaman. acizliğime bile güler oldum artık.

olmuyor.

yapamıyorum.

gün geçtikçe güzsüzleşiyorum hayata karşı. inançsızlaşıyorum. yapmak istediğim hiç bir şey kalmadı nerdeyse artık.

Mar Adentro'da vardı ya şu diyalog. Ben bunun orospusu olmuşum işte.

- Nasıl böyle gülebiliyorsun?
+ Kaçıp gidemiyorsan ve kesin bir biçimde başkalarına bağımlı yaşıyorsan gülerek ağlamayı öğrenebiliyorsun.

17 Şubat 2011 Perşembe

Moda Sahillerinde

Şimdi sizlere modanın inceliklerinden dem vurayım biraz.
Kalem: Eften Püften Başarılar #1'de bahsettiğim sınavdan hemen önce 1.5 liraya aldığım kutsal bir kalem.

Ajanda: Ersin'den aldığım ara sıra kullandığım ajanda.

Bu kısımda ise üzerimdeki kıyafetleri irdeliyoruz. Hani fotolar çekinip yüzlerini paint'te kesiyorlar ya. Ben kendi yüzümü kesmeye kıyamadığımdan fotoğrafı çeken arkadaşa "yüzümü alma" dedim. Yine de çenem görünmüş azıcık. Deşifre olacağım inanamıyorum. Neyse üzerimdekileri irdeleyelim şimdi sırayla. İrdelenmedik kıyafet bırakmayacağım.

Deri Mont: Markasını bilmiyorum. Manevi değeri büyük, maddi değerini de bilmiyorum. Ersin'in abisinin montuymuş vakti zamanında. Ersin'de görünce ve giymediğini farkedince çöktüm hemen tabi.

Pantolon: Markası Levi's. Ersin'in pantolonuydu bu da. Benim pantolonuma göz koyduğu için değiş tokuşa girmiştik. Garibim benim pantolonu ağaçlara tırmanırken ilk giyişte yırtmıştı. Ersin'in Adana'yla ilgili yazısında mevcut, pantolonun yırtık halinin caps'ini isteyenler için. Sonra da çemkirmişti verdin bana yıpranmış pantolonu diye.

Kazak: Markası Mavi. Bunu da Ersin'den çordum. O da benim kazağımı çordu tabi karşılığında.

Ayakkabı mı? Bir tek o'nu kendim aldım işte.

Ersin olmasa üstsüz dolaşcakmışım. Ben bunu farkettim. Ya da dekolte işte. Töbe töbe.

* Bu yazı moda bloglarına ithafen yazılmıştır.

15 Şubat 2011 Salı

Yüzleşme

Hikaye baya eskiye dayanıyor. Öğrenci evi manzaraları yazısında bahsetmiştim. O yazının burayı ilgilendiren kısmı şuydu;

3 yıl kaldığımız eski evimizden Haziran'da taşındık. Taşınma serüvenimiz ev sahibinin sözde tayini çıkma muhabbetiyle başladı. Taner'i aramış tayinim oraya çıktı Temmuz başına kadar evi boşaltın demiş. Taner'e "at yalanı" diye başlayan bir cümle kurdum. Eylül'e kadar kontratımız var. Kayseri'de ev kiraları peşin ödeniyor senelik. 1000 lirasını ödememiştik kiranın. Ev arayışlarına başladık filan neyse. Adama da kalan parayı ödemicez dedik. Adam da 200-300 lira bari verin dedi. Yok abi veremeyiz yeni eve bi sürü taşınma masrafı olcak, zaten 2 ay erken çıkıyoruz dedik. Hakkımı helal etmiyorum dedi. "Biz de etmiyoruz biz 3 kişiyiz!" dedik. Kısa bir süre sonra da tayinim çıkmadı kalın dedi. Yok dedik biz bulduk ev taşınıyoruz. Atmış yalanı yani.

Son yaşananlardan sonra evden çıkarken, sinir ve gafletle baya bi' dağıtmıştık evi. Bizim o halde bıraktığımız eve arkadaşımın arkadaşları taşınmış. 1-2 hafta önce farkına vardık bu durumun. Bizden sonra ev sahibi değişmiş, bizim dağınık bıraktığımız odaları filan düzeltmişler ama. Esas sürpriz mutfaktaymış.

Dün, o eve taşınan arkadaşımın arkadaşıyla önce tanıştık, hemen sonrasında yüzleştik. O kadar içerlemiş ki kız, başladı saymaya. Mutfak dolabının üst rafında salçalı makarnalar varmış. Onlardan bahsetti, "temizleyene kadar canım çıktı, tamamen de çıkaramadım onları" dedi. "Baya da bi' saydık bizden öncekilere siz olduğunuzu bilmeden, haberiniz olsun" dedi.

Ben de düşünüyorum; hani pistik filan ama mutfak dolabının üst rafına salçalı makarna atacak kadar da psikopat değiliz. Jeton sonradan düştü, gözümde o makarnalar canlandı. O makarnalar biz eve taşındığımızda da vardı. Bizim dolabın o kısmıyla pek işimiz olmadığından, bize rahatsızlık vermediğinden temizleme gereği duymamıştık. 3 yıl onlarla beraber yaşamıştık.

Kız bana bunları sayarken cevap olarak en son; "Size makarna bırakmışız yememişsiniz" deme yüzsüzlüğünü de buldum kendimde. Güldük filan. Tabi utandım da biraz. Mahçup da oldum. Bi' yanım kedi gibidir benim.

O değil de biz düdüklü tencerede nohut yapsak, o patlasa, bu kez de pişmiş nohut taneleri çıkardı mutfak dolabından. Sırf o yüzden cesaret edemiyorum. Patlaması sorun değil de. Temizleme kısmı can alırdı.

14 Şubat 2011 Pazartesi

Buraya her defasında google'dan "cay ayran tost" diye aratıp gelen vatandaş. Farketmiyorum zannetme.

Çay Ayran Tost değil.

Çay Tost Ayran

Çay Tost Ayran

Çay Tost Ayran

M.Ö. 14 Şubat XY

Milattan önce xy(bilinmiyor işte) yılının, bir 14 Şubat günüydü. Müzik sayesinde bir kızı kendine aşık eden, kız ayarlayan bu delikanlı nelere sebep olacağından habersizdi. Ağacın başında dururken eliyle ağacın gövdesine vurarak ritm tutan bu yağız delikanlının yanına gelen genç kız, ona hayran hayran bakıyordu. Nasıl yaptığını soruyor, çocuk da yetenek işi olduğunu söyleyerek bir yandan havasını atıyor, diğer yandan da ufak bakışlarla kızı kesiyordu.

Çocuk o anda oracıkta bir şarkı besteledi;
Ne olmuş nasıl olmuşsa, aşık olmuştu genç kız.
İşte böyle bir durumda, müzik yapan çocuğa.

Bu şarkıyla beraber kız yelkenlerini tamamen suya indirdi. Çocuk dünyada müzik sayesinde kız ayarlayan ilk adam olarak tarihe geçti. Çocuk bunun gururunu yaşarken, kız duygusallığın dibine vurarak "bugün bizim günümüz olsun, sevgililer günü olsun" dedi. O gün bugündür 14 şubat sevgililerin kutladığı bir gün haline geldi. Bazı kendini bilmezler "şu olay 15 gün sonra gerçekleşmiş olsaydı da 4 yılda bir kutlasaydılar, hem masraftan hem de curcunadan kurtulmuş olurduk" demeye devam ediyorlar.

Günümüzde müzik sayesinde kız ayarlayanların sayısı her geçen gün artıyor. İbretül-versite'deki çocuğun ise hala arayışta olduğu, çalmadık enstrüman bırakmadığı ama yine de aradığını bulamadığı gelen haberler arasında.

12 Şubat 2011 Cumartesi

Tecrübe

Üniversite yaşantısı içinde, öğrenciler arasında, kendimi aşırı tecrübeli hissediyorum artık. 7 sene oldu tabi, normal. Benden daha alt dönemde olanlar, benden kendi dönemlerindeki arkadaşlarında gördükleri davranışları bekliyorlar bazen. Farkediyorum bunu. Beni tanımadan bu beklentinin içine giriyorlar ya, bu bariz garip oluyor işte. Tanımadan ve benim onlar kadar hayat enerjisiyle dolu olduğumu düşünerek. Onların yaptıkları her şeye karşılık vereceğimi düşünerek. Sonraları anlıyorlar biraz biraz durumu. Daha fazla açmaya gerek yok.

Bakalım iş hayatına geçebilirsem nasıl olacak; çok tecrübeli olduğum bir alandan, tecrübesiz değil ama, az tecrübeli olduğum bir alana geçmek. Aslında gittiğim birkaç iş görüşmesinde ve son 2 yıl içinde çalıştığım yerlerde de durum garipti. İş görüşmesinde olursa olur, olmazsa kasımpaşa modunda oluşum(bu duruma görüşülen yetkili kişinin çölde kutup ayısı görmüş gibi bakması), heyecansız gözükmem, çalıştığım yerde yaşımı tahmin eden kişiye tahmininden 3-4 yaş daha küçük olduğumu söylememle bana "çökmüşsün sen ya" demesi. İş görüşmelerinde "dünyayı ben yarattım" havasında olan tipler ayrı bir yazı konusu.

Yine dönüp dolaşıp farkındalık meselesine geliyoruz işte. Hayatı ne kadar öğrenmiş olursak, hayatın gerçeklerini ne kadar görmüş geçirmiş olursak, herşeyin ne kadar farkında olursak, insanları da o kadar sevmiyoruz. Bu da dışarıya heyecanını kaybetmiş bireyler olarak gözükmemize neden oluyor.

11 Şubat 2011 Cuma

10 Günlük Yalnızlık Raporu

10 gündür evde yalnızdım. Ev arkadaşlarım tatillerini yaparken, ben ders kaydı için erken geldim ya hani. Bi' işe de yaramadı ya neyse. Yalnızlığı severim ama çok uzun süreli olunca da bazı açılardan sıkıntılı olabiliyor.

En kötüsü de yemek meselesi. "Açlık sınırım, tembellik sınırını geçmedikçe" yemek yapasım gelmiyor. Gerçi biraz abartı oldu bu cümle, benim tembelliğimde bir adam için. Tam olarak öyle olsaydı Afrika'lı çocuklar gibi olurdum hepten. Neyse işte. Tek başıma yemek yapmak ve o yemeği yemek sıkıcı ve uğraşa değmez gibi geliyor bana. Tek kişilik yemek yapmak müsriflikmiş gibi geliyor. Yedi Numara'daki Recep'in deyimiyle "müsrüflük". Yok yok aslında bu da değil. Tek kişilik yemek yapmayı sevmiyorum. Azıcık yapıyorum, tek başıma bitiriyorum filan. Sarmıyo beni.

Yanımda birisi daha olacak, onunla yarışa gircez, doymama telaşı içinde yicez, birbirimize "bitirdin lan, bırak da ben yiyim biraz" dicez filan. Yemek bittiğinde ikimizin de karnı şişmiş olacak, kanepeye yayılmış halde mayışcaz.

Sonuç: Tek başına yemek yemek çok sıkıcı!

Sırf bu yüzden akşamları aç olduğum halde; üşendiğim ve sadece kendime yemek yapmayı uğraşa değer görmediğim için yemek yemeden yattım. Ertesi gün saat 4-5 civarında yediğim tek öğünde hayvan gibi yiyince aynı şey ertesi gün için de geçerli oldu haliyle. Annemin tabiriyle "karnıma sulu yemek girmedi" bu süre içinde.

Bu şekilde 10 gün filan yaşadım. Dün akşam ev arkadaşlarımdan Taner geldi ve "hadi yemek yiyelim" dedi. Ona öyle hevesli "tamam yiyelim" dedim ki. Sanki 1 haftadır yemek yememişim, en sevdiğim yemeği yiyecekmişim gibi. Gitti aldı marketten malzemeleri, yemeği yaparken de bildiğin keyif aldım. Sevgimi kattım, küçük sürprizler hazırladım.

Yok be yok inanma. Yine şu hormonlu domateslerle menemen yaptım işte. Ama 2 kişilik yaptığım için hevesle yaptım harbiden. Demek ki ben 1 ay tek başıma kalsam, "amaaaaan yemek yiyip napcam, öliyim ben en iyisi" dicem.

Şunu çok iyi biliyorum artık; yemeği annem yapacak ki, seve seve, zevk almak için yiyeyim.

8 Şubat 2011 Salı

3'ü 1 Sırada, Sırayla - Yeni Bir Blog Daha

3 hafta önce filandı. O zamanlar Asi bir insan olan Archy, bir başka deyişle "Ufo Gören Masum Gugudalı" arkadaşım "sen, ben ve thebiglebowski bir blog açalım" demişti bana. Ben de normal olarak "ne üzerine?" diye sordum tabi. "Onu bilmiyorum, düşünmedim hiç" dedi. Bu adam hep böyle yapar, verdiği ani tepkilerle yarar geçer.

Neyse dedim, benim ilerde yapmayı düşündüğüm bir konsept vardı blog için. Onu hayata geçirelim, 3 kişiyle daha da güzel olur. Konsepti söyledim, oy birliğiyle kabul ettik. Oraya da bugün itibariyle başladık.

Bu yeni blogun olayı şu; her yazı bir önceki yazıdan esinlenerek yazılacak. Beynimin en iyi yaptığı şey, çağrışım olayı yani. Sırayla yazacağız. Mesela yarın ben Archy'nin yazısından esinlenerek, bir yerlerden çağrışım yaparak bir şeyler karalayacağım. Benim yazdığımdan da thebiglebowski çağrıştıracak. Bu döngü böyle devam edip gidecek.

Biz aslında çok da matrak adamlarızdır he. 3 sene önce, Gerede'ye yaptığımız çokça kalabalık gezide tanışmıştık ve sonrasında Gırgır Kreasyonu adında bir topluluk da kurmuştuk. O günden beri devam eden dostluğumuz, muhabbetimizle 3'ümüz 1 aradayız. Sırayla yazacağız.

Üçümüz de Trabzon'luyuz, Gerede'ye de Trabzonspor'un kampını ziyarete gitmiştik. Yani komiğiz lan valla. Bloga tema seçerken ki muhabbetlerimiz hala aklımda.

Gelmek isteyenler buyursun gelsin efendim.

Bir tık uzakta; 3'ü 1 Sırada, Sırayla

Fred Çakmaktaş vs Donatello

Fred Çakmaktaş şu yüzden; bu sabah uyandığımda elektriklerin kesik olduğunu görünce "ulan yine mi?" tepkisini verdim önce. Biliyorum bıktırdım bu ödenmemiş fatura muhabbetleriyle ama devamı var. Kahpe felek işte. Dedim bari gideyim bi elimi yüzümü yıkayayım. Musluğu çevirdim, "fokur gogur gogugu" seslerinden sonra sessizlik. Suyu da kesmişler. Be insafsızlar aynı güne nasıl denk getiriyorsunuz. Yattım kalktım ve ilk çağa geri dönüş yaptım yani bir nevi. Parayı denkleştirdim ödedim faturaları. Ödeyemeseydim, şu anda modern çağın Fred Çakmaktaş'ı olarak camdan dışarıyı seyrederken yanan sokak lambalarına bakarak, "vay be bizim zamanımızdan bu yana çok şey değişmiş" diye iç çekerek sigara içiyor olacaktım muhtemelen.

Bunlar yetmezmiş gibi, noterdeki işimi halletmem için nüfus kağıdımı yenilemem gerekti. Neymiş, nüfus kağıdım fazla yıpranmışmış, işlem yapamazlarmışmış. Nüfus kağıdı için bir fotoğraf verdim, kocaman çekmişler vesikalığı. Nüfus müdürlüğündeki kadın fotoğrafı sığdırabilmek için saçlarımı kesti resmen. Tamam saçlarım dökülüyor, tamam 3 numaraya vurdurdum daha yeni. Ama bi insanın üzerine vesikalık üzerinde de gelinmez ki canım. Dökülmesiyle alakalı bi derdim de yok pek ama, böyle olup olmadık şekilde olan saçı da kesince birileri dokunuyor lan. Ahahah çok komik oldu ya yeni nüfus cüzdanım.
Donatello'ya gelirsem;

Mia Wallace'ın ricası üzerine arz-ı endam ediyorum: Hangi çizgi film karakteri olmak isterdiniz? E zaten verdim cevabını, önce cevap, sonra soru oldu ama, neyse. Bilene ödül vermiyoruz zaten. Neden Donatello'ya gelirsek. Ninja Kaplumbağalar arasında, icatlar yapan, sürekli bir şeyler kurgulayan, sistemler kuranıydı Donatello. En çok onu severdim küçüklüğümde izlerken. Mor rengi seviyor oluşum da onun sayesindedir. Çok yaşa Donatello reyis.

7 Şubat 2011 Pazartesi

İçten Bir Dilek Kaydı

Yıldız da kaysın arada bir. Gökyüzüne bakarken tesadüfen görelim. Birşey dediğim yok..

Şu dönem hızlıca geçsin, şu okul bitsin. Ben kurtulayım artık bu şehirden. Başka bir beklentim yok bu şehirde, bu şehirden.

3 Şubat 2011 Perşembe

Günümüz Hormonu

Bugün menemen yaparken, domatesleri soyuyorum, dilimliyorum. Önce soydum; dışının rengi kırmızıyla beyazın karıştırılmışı gibi. Kesip dilimliyorum, susuz, tatsız. Hormonlu yani. Kış mevsiminde hormonsuzunu bulmak da zor oluyor tabi. Susuz, renksiz, tatsız hormonlu domates.

Sonra bu hormona takınca kafayı aklıma geldi.

Peki günümüzün hormonu ne? Bence internet. İnternetin hormon etkisi nerde peki? İnternet sayesinde artık herkes her istediği bilgiye kolayca ulaşabiliyor malum. Yaşı 13-15 olan çocuklar, eskiden 20 küsür yaşlardakilerin sahip olduğu bilgilere sahip olabiliyorlar. Mesela eskiden ulaşılması zor olan şeylere ulaşmak artık çok kolay. Benim küçüklüğümde de internet bu kadar yaygın olmuş olsaydı, belki ben Kazım Koyuncu'yla çok daha erken tanışacaktım. Radyoda arada bir denk gelip de kim bunu söyleyen diye düşünüp durmayacaktım 2 sene boyunca.

İnternet; daha küçük yaşlarda olanların zihinsel olarak daha hızlı olgunlaşmalarını, gelişmelerini sağlayabiliyor yani bir nevi. Gördüğüm örnekleri mevcut; yazdıklarını, düşüncelerini gördüğüm kişilerin yaşlarını öğrendiğimde şaşırdığım çok oldu. Tabi tam tersi etki yaptığı da oluyor. 20 küsür yaşında adamların ergen vari davranışlarda bulunduklarını da görmüyor değiliz Ekşi Sözlük, Facebook gibi ortamlarda.
Eğer hormonlu domatesler yetiştirilmeseydi, ben bugün o menemeni yapamayacaktım ve yiyemeyecektim dolayısıyla. Eğer internet olmamış olsaydı ben bu yazıyı yazmayacaktım, siz bu yazıyı okumayacaktınız. Sanal yıldızlar olamayacaktı hayatımızda. Youtube'da bir video ile ünlenenler olamayacaktı vs vs.

Bu durumun şöyle de bir sonucu var: İnternet sayesinde bazı şeylerle erken yaşlarda karşılaşan insanlar, bazı hisleri, olması gerekenden daha erken yaşta tadıyorlar. Bu da keşfedilecek şeyleri bir yandan hızlandırırken, diğer yandan azaltıyor. Yaş ilerledikçe memnuniyetsizlik durumu çıkıyor ortaya. Daha 20'li yaşlara gelmemiş olan insanlar her şeyden memnuniyetsiz hale geliyor, ergenlik bunalımlarından bağımsız. Halbuki hayatın her döneminde keşfedilecek, öğrenilecek o kadar çok şey var ki.

Bu biraz da şunun gibi: Ufakken mahallede dönem dönem popüler olan oyunlar olurdu. Bazen günde 4-5 maç yapardık 1-2 ay boyunca. Sonra bi anda taso çılgınlığı başlardı 2-3 ay sadece onunla geçerdi günler. Sonra mile oyunu gelir tasoyu yerinden ederdi. Derken boncuk tabancalarıyla "Kurtlar Vadisi" ruhunu yaşardık, Kurtlar Vadisi'nden habersiz. Sonra filmi başa sarar yeniden futbola dönerdik. Bu döngü hep böyle devam ederdi. Bizim çocukluğumuz hep sokakta geçmişti. Ateri oynardık arada bir annemiz izin verdiğince evde. Ama sokaktan vazgeçmezdik hiç. Şimdiki çocuklar gibi evde bilgisayar başında oyun oynayarak, internette takılarak geçirmedik ya çocukluğumuzu biz. Çocukken her duyduğumuz müziği dinlerdik nerdeyse. Bu kadar çok seçeneğimiz yoktu. Şimdi 13-14 yaşında metalci! kesilemiyorduk. 20'li yaşlara doğru fırsatımız oldu yeni müzikleri keşfetmemiz için. Her yeni tarzda farklı bir heyecanla ve keyifle dinlerdik keşfettiğimizi. Tam ortada geçiş dönemini yaşayan nesildik yani biz. Ne şimdi 30'lu yaşlardakiler gibi yaşadık 25 yaşına gelene kadar, ne de şimdi 10 küsürlü yaşlarda olanların yaşadıkları gibi yaşadık o yaşları.

Bugün yapıp yediğim menemenin tadı hormonlu domatesler sayesinde pek de lezzetli değildi. Bilmem anlatabildim mi? Dışarıya çıkın çocuklar.

2 Şubat 2011 Çarşamba

İlk Kez Fotoğraf Makinesi Gören Çocuk

Trabzonspor'un altyapısına transfer olan bu çocuk, transfer olduğu o dönemde hayatında ilk kez fotoğraf makinesi görmüştü. Daha sonraları alışmış ve daha insancıl pozlar vermeyi başarabilmişti aşağıdaki gibi.

İş bu entry eğlenmek adına girilmiştir. Şirö'ye ve absimisa'ya sevgilerimle efendim.
Alevras, livera, argolos, tonya, maçka!

1 Şubat 2011 Salı

Kısa Kısa Hisseler

* O kadar ilham geldi, "kar yağamayan bir kış ya bu" diye başlayıp şiirimsi birşey yazdım. Kar yağdı. Sen şiir, miir yazma diyor bana bazı güçler. Bunun yanında hava inanılmaz soğuk. 1 haftalık erzağımı alıp eve kapanmayı düşünüyorum.

* 14. kez ders kaydı için Kayseri'ye geldim dün. Bu son olur umarım. 4 tanecik ders kaldı. Son olur di mi? Hemen "he olur tabi" deme. Söz konusu ben isem herşey olabilir. 1 milyoncularda "yok yok" sloganı varken, bende "olmaz olmaz demeyin" sloganı var.

* 5 yıl önce aldığım, 2 yıl önce kardeşime bıraktığım elektro gitarı yeniden aldım kardeşimden. Kardeşim ÖSS'ye gireceği için pek fazla ilgilenemez durumdaydı gitarla. Ben de ilgileneceğimden değil ya. Arada bir çalar, söyler, oynarız işte.

* Bugün bir fabrikadan aradılar. CV yollamıştım iş başvurusu niyetiyle. Niyet ettim ama kabul olmadı. Okul bittiğinde Kayseri'de kalmayacak olmam nedeniyle; adamlar haklı olarak almadılar beni işe. Bu sebeple gir-e-memiş olduğum 2. iş olacak bu 10 gün içinde. Eğer okul yine uzarsa kendime her türlü fükrü ederim, hem okulu yine uzattığım, hem de bu işlere okul bitecek diye girmediğim için.

* İş için arayan adam konuşmanın sonlarında "adresi vereyim" demiş. Ben "adresi ver" dedi anladım. Bilmiyorum da adresi tam. "Neydi bizim adres" dedim yanımdaki arkadaşa. Tam adresi söylemeye başlarken "ben size adres vericem gelmeniz için" dedi. Ben de "haa tamam o zaman dinliyorum" dedim. Bu da böyle bir salaklığımdı.

* Olan benim sakallarıma oldu yine. Tam uzatıyorum, Cem Yılmaz'ın fotoğraftaki haline geliyorum. Bi iş mevzusu oluyor ve kesiyorum. Ama sonra o iş mevzusu olumlu sonuçlanamıyor. Hizbullahçıların teker teker yakalandığı dönemde o tipe bürünmüştüm hemen hemen. 5 kişi yorum yapmıştı sakalların kesilmeden önceki halimle ilgili; 3'ü kiralık katil, 2'si Hizbullahçı demişti.

* Bu iş başvurusundan da elim boş döndüğüme göre; kemerleri kıs'a kıs'a(tamam sıka sıka da olabilir) gezmeye devam.

* Cnbc-e dergisi aldım bugün. Şubat sayısında Barney Stinson imzalı Kanka Kanunu isimli bir kitap hediyesi vardı. Biliyorsunuz ben çok kitap okuyan birisi olduğum için görünce kaçırmayayım dedim.(Külliyen yalan)

* Meraklısına not: Yöneylem finalinden 2 aldım. Lisedeki geçer not olan 2 değil ha! 02. Bunu da geçen hafta Aşti'de öğrenmiştim. 06 olsaydı bari. Plaka-not uyumu derdim.


Önce kanun sustu o eski evde
Bir kaç ay sonra da kemençe
Ve ası boyalı ahşap evin perdeleri
Bir daha açılmamak üzere kapandı