Okumadan Geçme

Facebook

30 Aralık 2010 Perşembe

Sanattan Bir Gıdım


Bu video'yu 10 ay önce çekmiştik sıkıntıdan, gece 3-4 civarında. İnternetimizi kesmişlerdi ödeneksizlikten dolayı. O zamanlar şimdi blogu takip edenlerin çoğu yoktu. Öyle bir yayınlayayım dedim yeniden. Yönetmen, senarist ve başrol oyuncusu canlı yayında yeni filmlerini anlatıyorlar.

** Tamamen doğaçlamadır. Zaten belli oluyor fazlasıyla ya. Baya komik bulanlar olmuştu o zamanlar. Biz zaten Önder'in yaratıcı soruları sayesinde dakika başı yarılıyoruz.

28 Aralık 2010 Salı

Herşey Çok Güzel Olacak

Geceye Dolap Beygiri'ni izleyerek başlamıştım. Şener Şen'le neşemi bulayım diye. Öyle başladı ama öyle bitmedi.

Filmi hatırlıyorsunuzdur az buçuk. Hatırlamıyorsanız da, bir gün izlersiniz yine denk gelip bir yerde. Filmi izleyince de "28 yıl geçmiş üzerinden Türkiye hala aynı Türkiye" dersiniz muhtemelen. O zamanların Türkiye'sindeki durumu gösteren, eleştiren bu film bugün çekilmiş olsa hiç sırıtmaz.

Daha sonra ev arkadaşım Taner geldi "Herşey Çok Güzel Olacak'ı" izleyelim dedi. O film yeniden izlenmez mi be!? Oturduk izledik. Yine çok güldük. Ama belli başlı karelerinde de içime bir şeyler oturdu. İki kardeşin eski fotoğrafının gösterildiği anlar, o sondaki çiçeklerin sotelenip Altan tarafından kendisini aldatanlara yağdırılması. Yine de "Herşey Çok Güzel Olacak". Filmi izlerken normal şekilde giden hayatınızın bir anda nasıl belalara karışabileceğini hissediyorsunuz. Sanki benmişim o maceranın içinde olan. Daha önce yaşamışım sanki. O kadar da samimi ve gerçekçi film. Oyunculuğuyla, senaryosuyla en iyi Türk filmlerinden bana göre. Selim Naşit'in performansı da enfesti.

-Sahtekarsın sen sahtekar, seni sildim defterden.
+Niye baba?
-Sildim, canım istedi sildim. Defter benim değil mi?

Bu da kesmedi bizi. Herşey Çok Güzel Olacak bana Ağır Roman'ı da anımsatır. Şöyle biraz bakalım diye açtık. Kapatamadık. Alemin delikanlısının raconlarına yeniden şahit olduk. "İnsanın en yakın arkadaşı tekerlek olur mu be!?" "Hep mi kötüler kazanır?" "Bu sefer kaybettin."

Kapanışı yapmak için de en uygun olanı seçtik bence. Masumiyet'in malum sahnesi. "Ama bu sefer başka güzel orospu."

Evet bir gece böyle sabah oldu işte. Yatıcam birazdan. Böyle karmakarışık bir yazı oldu, bu filmlerin üstüne. Ben de öyleyim şu an. Çok acaip oldum be. Çok.


*Bu filmleri yeniden izlemek, daha fazla bağladı beni sana.

26 Aralık 2010 Pazar

5 Dolar


Lise günleri gelince aklıma, bu da giriverdi devreye. Lise 1'deykendi yine sanırım, o zamanlar 5 dolara karşılık gelen bol sıfırlı Türk Liramı dolara çevirtmiştim bir döviz bürosunda; para biriktirmek amacıyla güya. Üstüne hiç koyamadım. Ama hiç eksiltmedim de o 5 doları. Hala saklarım, saklayacağım da. O 5 dolara nefes alamayacağım kadar muhtaç olana dek, o 5 dolarsızlık beni fakir edene dek.

Kim Kiminle Nerede


Murshill'den gelmiş talep.
"Bir kişi seçip onunla neler yapmayı sevdiğinizi yazın" Konu bu. Az önce de kim kiminle nerede ne yapıyor diye bir oyun vardı ya. Onu gördüm bir yerde. O oyunu oynadığımız üç kişiyle yeniden yapmak isterdim bunu.

Lise 1'deyiz. Arkalı önlü oturan 4 kişiyiz; kim, kiminle, nerede, ne yapıyor şeklinde oynamıştık. (Hani nasıl filan da eklenir ya buna ondan belirttim.) Adı İlyas, kendi güzel bi arkadaşımıza noktayı kendisi koysun diyerek başlamıştık yazmaya sırayla ben, Çağlar ve Mehmet. En son ne yapıyor kısmını yazmayı ona bırakmıştık. İlk 3 kısma ne yazacağımıza da karar vermiştik. Sırayla, "Çağlar İlyas'ı tarih dersinde" yazdık. Son olarak İlyas noktayı koyacak. İlyas da "zikiş zokuş yapıyor" yazmıştı. Kağıdı açtığımızdaki yüz ifadesi ve bizim yarılmamız. Ahahahah lan nerden hatırladım gülmekten yazamıyorum ya. İlyas, biz kahkahalarla gülerken "siz kendi aranızda kurguladınız, ne ibne adamsınız" diye bize söylenmişti, biz de "olm senin için fesat fiili oraya sen yazdın bize ne bok atıyon, aklın fikrin zikiş zokuşta" filan demiştik. Günün 6. dersinde olmuştu bunlar. Bu dersten sonra bi ders daha vardı. Bu ders bittiğinde İlyas kitapları toplayıp gitmeye kalkmıştı günün son dersi olduğunu düşünerek. O kadar bozulmuştu ki kaçıncı derste olduğumuzu bile karıştırmıştı işte.

Ah ulan be; ben bu 3 güzel adamla yeniden bu oyunu oynamak istiyorum ama ne mümkün. Bu ve benzeri oyunları hatırladım bunların üstüne de. O oyunlarla alakalı da yazarım ilerde.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Seç, Beğen, İç



Hangisini, hangi çakmakla yakayım bilemiyorum. Daha 10 gün önce bu çakmakların yakabileceği 1 sigara bile yoktu önümde 2-3 gün boyunca. İnsanoğlu işte, ne oldum değil, ne olacağım demeli.

23 Aralık 2010 Perşembe

Abbas Güçlü ile Gubidik Bakış

Dün akşamki konuğu Şener Şen'di Abbas Güçlü'nün. Televizyon karşısına çok az geçen ben Şener Şen için izledim programı. Yine Şener Şen için tahammül ettim program boyunca gelişen saçmalıklara.

Soru soran öğrencilerin büyük bir kısmı sanki karşılarında Hulki Cevizoğlu gibi ciddi bir adam varmışcasına sorular sordular. Neredeyse her sorulan sorudan sonra televizyonu kapatma isteği duydum ama oradaki kişi Şener Şen olunca elim varmadı. Ulan bulmuşsunuz Şener Şen'i karşınızda; siyaset, sendika, kpss, bilmem ne bok sorup duruyosunuz. Usta ortamı biraz daha keyifli hale getirebilmek için uğraştı ilk başlarda. "Taklidimi yapmak isteyen, skeç oynamak isteyen varsa gelsin buraya" dedi. çıkmadı kimse. "Siz anlatın, ben de sizlerden bir şeyler öğrenmek istiyorum" dedi. yine çıkmadı. Baktı yine olmuyor konuyu da kendi verdi; "Kızlarla erkeklerin birbiri hakkında ne düşündüğünü görelim" dedi. Onda da 2-3 kişi katıldı. Aralarda yine parazitler çıkıp siyasete girmek istedi. Sonunda o da bıraktı ortamı daha eğlenceli hale getirme çabalarını.

En sonda sorulan soruydu programın başından beri sorulmasını istediğim sorulardan biri. Kemal Sunal'la, Münir Özkul'la olan güzel bir anıyı dinlemek. O soruya da o an hatırlayabildiği bir anı olmadığını söyledi üstad.

Bir de bu bahsettiğim konular haricinde sorulan; beni ekran başında bildiğim tüm küfürleri etmeye teşvik eden sorular vardı. Şöyle ki.
"Kemal Sunal'ı özlüyor musunuz?". Çocuk soruyu sorduktan sonra; Şener Şen'in o an ki tepkisi, "özlüyorum tabi özlemez mi insan" demesi ve çocuğun "vay amına koyim ne saçma soru sordum lan ben" ifadesiyle yerine oturuşu gecenin de özetiydi.

Bir de 69 yaşındaki adama "Siz hiç aşık oldunuz mu?" diye soran bir hanım kızımız vardı ki zekasına hayran kaldım. Kaç saat düşündü acaba bunu sormak için!?

Tv'de Şener Şen olarak belki de senede bir bile görünmeyen Şener Şen programın konuğu ve siz Şener Şen'e soru sorabiliyorsunuz bu programda. Böyle de heba ediyorsunuz koca 2 saati ustayla. Şener Şen de 10-15 dakikada bir kaç dakikamız var diyerek uyandırmaya çalıştı öğrencileri ama nafile.

Saçma sapan sorular soran ve her soru sonrasında bi dolu küfürlerimi gönderdiğim öğrencilere de bundan sonra yapmamalarını tavsiyem; lütfen konuşmuş olmak için konuşmayın lan. Kafa açmayın. Nolur.

Abbas Güçlü için söyleyecek sözüm kalmadı zaten artık.

Bırak öğrenciler alkışlıyor zaten fazla fazla gereksiz fazlalıkta hatta. Bir de sen alkışlama eylemlerine katılma. Mikrofonun açıkken yaptığın alkış sesi bir an için, etin ete değme sesini çağrıştırdı istemsiz bir şekilde.

Öğrencilere "Şener Şen filmlerini izleyeniniz var mı aranızda?" sorusunu sordu. Yetmezmiş gibi bir de sıvıyor sonrasında toparlamaya çalışırken. "Birden çok kez izleyenler, izlemeye doyamayanlar" şeklinde. Üff çok pis koktu lan.

Dört güzel video'yla kapatayım da sinirim geçsin bari.







22 Aralık 2010 Çarşamba

Tembelliğime

Son 3 gündeki yemek yeme performansıma bakınca, yazmanın zamanı geldiğini düşündüm artık. 3 gündür akşam saat 6 civarında tek öğün yemek yiyorum. İlk ve tek olan bu öğünün akşam 6 civarında yeniyor oluşunun sebebi de sabaha kadar yatmayıp akşama kadar kalkmamak tabi ki. Kalktığım gibi yemiyorum tabi yemeği. 15:00 civarında kalktım bu 3 günün ikisinde. 3 saat boyunca kalkıp birşeyler hazırlamaya üşeniyorum. Artık karnımdan gönderilen çağrılara kayıtsız kalamayınca da kalkıp ayarlıyorum bir şeyler. Birinde ise 12'de kalktım saat 3'e kadar oyalandım ve sonrasında Guitar Hero'ya gittik, ordan çıkınca yine 6 civarında yedim işte.

Yaşanan bu son örnekten sonra daha geniş çaplı örneklere gelsin sıra. Arkadaşlarım arasında benden daha tembelini görmedim, benden daha tembel olduğunu iddia eden de olmadı zaten.

İlkokul 5. sınıftayken Anadolu Liseleri'ne giriş zamanı. Hani şu ilkokulun 5 yıl olduğu zamanlar işte. Biz onun son temsilcileriydik. O zamanlar dersaneye göndermişlerdi beni. Dersanenin verdiği Zirve dergisinin en arka sayfasında fıkralar, bilmeceler, bulmacalar olurdu. Annem ders çalış dedikçe geçer onları okurdum ders çalışıyomuş gibi yapıp. Annem de çalıştığımı zannederdi. Çocukluktan gelen bir şey benimkisi yani.

Üniversitenin ilk yılında yurttayız. İkişer kişilik odalarda kalıyoruz. Oda arkadaşım Emrah ve ben yataklarımızdayız. Gecenin kimbilir kaçıydı, yatacağız artık. Odanın ışığı açık ve ikimiz de üşeniyoruz söndürmek için. Emrah bana diyor söndür diye ben Emrah'a. Diretsem Emrah kalkacak ama aklıma bir fiki geliyor. Üst kattaki arkadaşımız Mustafa'yı arayalım diyorum ve arıyoruz. Uyumuş garibim; "noldu" diyor hafif ayıldıktan sonra telefonda. "Az bizim odaya gelsene" diye çağırıyorum. Geliyor odaya yine "noldu" diyor. "Şu ışığı kapatsana" diyoruz utanmadan. "Hay sokim size" diyip kapatıp gidiyor. Işığı kapatıp gitmesini uyku sersemi olmasına bağlıyorum. Sabah intikamını alıyor o ayrı.

Taha'yla beraber kaç gece ders çalışmak için uğraş verdik kimbilir. Taha'lara her gidişimde elimde notlarla giriyordum. Bilgisayarın başına oturuyorduk önce, nasılsa çalışırız diye. Youtube'u açtığımız anda o gecenin yalan olacağı da kesinleşmiş oluyordu tabi, video'dan video'ya atlamakta üstümüze yok. Gece 3-4'e kadar öyle takılıp duruyoruz sonra ben o getirdiğim notlarla geri dönüyorum. Boşuna taşımış olduğum notlara bakıp sövüyorum. Sabah erkenden okula gitme kararı alıyoruz gece ben onlardan çıkarken. Sabah okula gittiğimizde Taha çalışma çabası içinde oluyor, bana da "bak olm sen de işte şuralardan çıkcakmış" diyor. Benim anlık tepkim "Ammaaaaaaan pırrrtttt". Taha şimdi askerde. Bir ara çarşı iznine çıkınca okursun umarım. Kardişim.

Egemen lise sonda gelmişti bizim sınıfa 5.00 ortalamayla. Eğer bizim sınıfa gelmiş olup da benim yanıma oturmamış olsaydı şimdi daha iyi bir üniversitede okuyor olabilirdi. Eskişehir'e yanına gittiğimde oradaki arkadaşlarına beni "Size hep bahsettiğim arkadaşım vardı ya, benim böyle tembel olmamı sağlayan, dünyanın en tembel adamı" diye tanıtıyor. ÖSS sürecine son hızla giriş yapmış olan Egemen'in de hızını kesiyorum. Okulda derslerden kaçmalar, derslerde bahçede top oynamalar Egemen'in tattığı zevkler oluyor.

Yazma orucuna giren Ersin'e de benim tembelliğimle alakalı bir şeyler yaz dedim. 61 günü doldurmadığını söyledi. Ufak tefek söylediklerini ben derleyeyim bari. Mesela ben yatağımı toplamam hiç, akşama nasılsa açıp onda yatıcam diye. Bunun üzerine Ersin bana baya sövmüştür "Adam ultra tembel" şeklinde başlayan cümlelerle. Odamın dağınıklığı hakkında da şunu dedi; "aq senin eski kuşlar ölse üç ay bulamazdın cesedini öle bi yer."
Ekleme; Geçen halı saha maçında maçın sonları, orta sahada topla buluştum, önüm bomboş; gitsem karşı karşıya pozisyon. Orta sahadan kaleye vurdum. Pası veren arkadaş tam sövecekken top ağlarla buluştu. Hatta sövmeye başlamıştı gol olunca yarım kaldı. "Olm niye gitmedin bomboş önün" dedi. "Lan kim gidecek o kadar mesafeyi ya vurdum girdi işte" dedim.

Tema Değişikliği

İlk açtığımızda siyahtı buranın rengi. Zamanla soldu. Yıkandıkça rengimiz açılıyor, eskiyoruz.

21 Aralık 2010 Salı

Guitar Hero

Şöyle bir yazı yazmıştım 1,5 ay kadar önce. Bugün kendi aramızda gerçekleştirdik kısmen bunu Guitar Hero sayesinde. 4 kişi olacaktık ama sonradan bir arkadaşın satışıyla 3'e düştük. Başlangıçta vokalsiz çaldık, bateri, gitar ve bas gitarlar ile. Sonrasında 3-4 yıl öncesinde olan tecrübemle mikrofonu kaptım. One'ı beceremedik davulları baya zor geldi arkadaşa. Zaten ilk oynayışımızdı, sahne çekingenliği vardı üzerimizde. Ama alıştıktan sonra o kadar zevkli hale geldi ki. Vokalde en çok keyif veren şarkılar benim için Fade to Black, The Memory Remains, Wherever I May Roam, No Leaf Clover, Toxicity oldu. Hele The Memory Remains'te "na na na na" kısmı o kadar süperdi ki. (Lafa bak na na na na kısmı ahahah.) Wherever I May Roam'da Gitar+Vokal, The Unforgiven'da Bateri+Vokal yaptım. Bateri+Vokal de acaip sarıyomuş lan. En kötü ihtimalle ayda bir, iyi ihtimalle iki haftada bir, çok iyi ihtimalle de haftada bir gitmek istiyoruz bu deneyimden sonra. İmkan olsa da eve alsak kursak. Hangisi olduğunu hatırlamıyorum şu an ama bir şarkıda 3'ümüz birden sıçtık. Seyirciden yumurta yağacak korkusu kapladı içimizi o derece. Baterinin bagetlerini kıranlar olmuş önceden oynayanlardan mekan sahibi söyledi biz başlamadan. Valla kendimin olsa moda girdikten sonra ben de kırabilirdim heralde.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Yol Hikayeleri #5


Bu kadar kısa zaman içinde bir yenisinin olacağını ben de beklemiyordum vallahi. Çok sıradan başlayan yolculuk, Harem'de yanıma oturan Osman amca sayesinde anlatacak bir şeyler çıkardı ortaya. Aslında pek de mühim değil ama o ilk diyalog ilginçti.

Koltuğun arkasındaki televizyonu açmaya çalışırken ben ayarlıyım dedim, açtım istediği kanalı Osman Amca'ya. Sonra "nerelisin?" diye sordu bana "aslen Trabzon ama doğma büyüme Düzce" dedim her zamanki gibi. Öğrenci olduğumu söyledim Kayseri'de. Kendisinin de 1 ay izni olduğunu söyledi ben de memlekete gidiyorum işte dedi. Sonrasındaki diyalog;
- "Ne izni ki bu 1 ay?" dedim.
+ "Liglere ara verildi ya futbolcu benim oğlum. "dedi.
Amatör takımlarda mı oynuyo ki oğlu acaba diye düşünüp "hangi takımda" diye sordum.
+ "Fenerbahçe'de" dedi.
- "Altyapı'da mı oynuyo."
+ "Yoo A takımda"
- "Mehmet Topuz mu?"
+ "Evet."
- "Hadi ya." dedim şaşkınca.

Ulan bişeyler sorsam ama ne sorsam, aklıma da bişey gelmiyo. Şu Beşiktaş'a transfer olacakken Fener'e gitmesi hakkında konuştuk biraz. Osman Amca Galatasaray'lıymış öyle dedi. O transfer zamanında yapmış oldukları açıklamalara göz attım bugün. "Ailecek Beşiktaş'lıyız" demişler o dönem. Daha sonrasında da "Beşiktaş formasını Mehmet'e zorla giydirdiler" diye açıklamalar gelmiş. Mehmet Topuz'un da Galatasaray'lı olma ihtimali kuvvetli yani.

Transferin gerçekleşmesini de şöyle anlattı; "Benim villaya helikopterle geldi Aziz Başkan sabah 10'da, öğlen 1'de de aldı gitti Mehmet'i." Villasının adını bir kaç kez daha duydum konuşurken ara ara. "Aston Martin Villa" bu boru değil.

Kayseri'de bir arkadaşımı sordum kendisine; baya iyi futbol oynayan ama zamanında süper amatörde oynarken kendisine gelen 100.000 TL'lik transfer teklifini hocasına "gidiyim mi hocam" diye sorup "gitme" yanıtı alınca gitmeyen arkadaşım; Ufuk'u sordum. Genç oldukları zamanlarda bi Mehmet Topuz bi de Ufuk çok iyi olacaklar deniliyormuş duymuşmuydunuz dedim. Evet duymuştum dedi. Ah be Ufuk sen olacaktın belki de onun yerinde.

Ara ara ufak tefek muhabbetlerle geçti yolculuk. Dahası da var da burada anlatmıyım herşeyi. Uçakla gitmeyiş nedenini de kışın sisten dolayı inişin geciktiğini belirtip, havada beklemekten korktuğunu ima etti.İndiğimizde 4 tane büyük bavulu olduğunu gördüm. 1 ay için 4 bavulu sadece kendisi getirmiş! Aradı Mehmet'i, gelip onu almasını beklerken ben de servise doğru yol aldım iyi günler dileyip. İki de çayını içtim molada. Ziyade olsun Osman Amca.

15 Aralık 2010 Çarşamba

Size De Oluyor Mu?


Yazacak şeyler tükenir mi acaba düşüncesi, korkusu?

Günler geçtikçe ve yazdıkça yazacak şeylerin tükenmediğini farkedişimiz.

Bu aslında şu değil mi peki? Nasıl ki yaşadıkça yeni şeyler öğreniyoruz hayattan, yeni şeylerle karşılaşıyoruz. Zaten her günümüz aynı olsaydı, öğrenecek başka şeyler olmasaydı, düşünemeseydik ne kadar yaşanır olurdu hayat? Yeni filmler çekilmeseydi, yeni kitaplar yazılmasaydı, yeni şarkılar yapılmasaydı, sevdiğiniz her şey için düşünün yenileri olmasaydı; nereye kadar eskilerle idare edebilirdik, ne kadar daha onlarla alakalı konuşurduk?

Yeni filmler çekiliyor, yeni kitaplar yazılıyor, yeni şarkılar çıkıyor, yeni futbol yıldızları doğuyor. Tüm bunlar nasıl oluyorsa, bizler de yaşadıkça yazacak şeyleri buluyoruz sürekli.

Devamı olmayan, devam etmeyen şeyleri ne kadar az hatırlıyoruz mesela?

Hayat devam ediyorsa ve biz bu hayatı yaşamak zorundaysak, yaşamak istiyorsak keyif alarak yaşamayı da bilmeliyiz. Kendimize göre keyifli olması yeterli tabi.

14 Aralık 2010 Salı

Olasılıksız İstatistik

Şu istatistikler kısmında benim dikkatimi çeken şey, yukarıya koymuş olduğum; "sayfaların" ziyaret edilme sayıları oldu.

Görüldüğü gibi Özgeçmiş sayfası çocuğu koymuş durumda. Şimdi birşey demek istiyorum izninizle. İşe mi alcaksınız lan? Ne bu özgeçmiş merakı? Bir de onu okuduktan sonra diğerlerine bakma gereği de duymuyor insanlar zaten. Heyecanla bakıyor adam aradığım CV bu olabilir diye, sonra hayal kırıklığına uğrayıp gidiyor.

Peki ya M.V.A.B. sayfasının en az tıklanan olmasına ne demeli. Ulan bir gizem var orda. MFÖ o albümü çıkaralı kaç sene olmuş. Kaçınız hatırlıyor onun "mazeretim var asabiyim ben" olduğunu. Tamam yazı çok dandik bir yazıydı, hiç okunası değildi, boşa okunacak bir şeydi ama. Bir tıkla gizemi gör, ikinci cümleden sonra kapatırsın. Mergiz sen tıkla bari, adına uysun!

"İstatistik ve Olasılık" 1 ve 2 derslerini toplamda 6-7 kez almışımdır. Birinde 94 vize 41 finalle kalmıştım hatta. Ama geçerken de ikisini de BA ile geçtim. GANO'mu 1.88 gibi yüksek bir değerde tutan derslerdir bunlar. O yüzden İstatistik ve Olasılık iyidir. Olasılıksız diye; bir şey yoktur, kitap vardır. Güzel kitaptır(Evet okudum, okuduğum 6-7 kitaptan birisi). Bir gün M.V.A.B en çok tıklanan olacaktır.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Yol Hikayeleri #4


4. yol hikayesi gelir mi demiştim. Geldi. Otobüste yanımdaki kişiydi bu hikayenin kahramanı.

Yol boyunca konuşup duruyordu yanımdaki adam. Beynimi kemiriyordu adeta. Yolculuk başladığında kendi halinde bir yolculuk yapacak izlenimi veriyordu. Otobüs kalkmak üzereyken de bir kağıda yazıp çizdi bir şeyler. Daha sonra da benle muhabbet etmeye başladı. Çıktığı bu yolculukta cebindeki son 8 liranın 4 buçuğunu L&M sigarasına verdiğini söyledi. 1 lirayla da kek alıp yemiş. Banane ulan senin sigarandan manyak diyorum içimden. İstersen 7 liraya Marlboro al, 1 lirayla da tuvalete git molada. Hem uzun yola gidiyorsun, hem de cebindeki 3-5 kuruşu sigaraya veriyorsun. Nasıl salaksın lan sen. Yediğin keki bana niye söylüyosun.




Yolculuğun devamında, yolculuk öncesinden de anlatacakları var kahramanımızın. Cebindeki 50 yeni kuruş olarak bildiğimiz; adı yeni kuruş, kendisi artık eski kuruş olan 50 kuruşu harcayamamaktan şikayetçiydi. Önce otobüs bileti doldururken denemiş, yememiş biletçi bu artık geçmiyor diye. Sonra da markette denemiş, orası da yemeyince ümidi kesmiş artık. Halbuki çok değerli bir paraydı onun için harcanabilen bir para olsa.




İlk mola oldu, otobüsten indik, mola bitimine doğru yeniden otobüse bindiğimde Discman'inin pilinin bittiğini fark etti çocuk. Otobüsün kalkmasını kısa bir süre kaldığı için koşar adımlarla gitti markete. Geri geldiğinde de gülüyor bir yandan. Adam içinde bulunduğu bu durumdan keyif de alıyor yani. 2 tane pil almış 1 liraya en adisinden, yeter mi acaba yol bitene kadar diye bana soruyor. Ne bileyim lan ben? Git Duracell Müşteri Hizmetlerine sor, "en dandik pil ne kadar dayanır?" diye. Cebinde artık 1 buçuk lirası kalmış. Molada tuvalete gidememiş haliyle, son parayı harcamamak için. Tuvaletler de maşallah 1 tl. Param olsa da vermem abi diyo. Bak burda haklısın dedim, işemek bu kadar pahalı olmamalı. Kibar Feyzo'daki şu sahne geldi aklıma yine.

Böyle böyle devam etti gitti işte. Bu şekilde bir yolculuğu yapmayı da aslında kendi istediğini anlattı, biraz heyecan olsun istediğini söyledi falan filan işte.

Ersin aldı otogar'dan beni ve eve geçtik. Olanları anlattım, cebimden L&M paketini çıkarınca Ersin "Adam fakirlikten L&M içiyo ya" dedi, yarıldık, koptuk, çatladık filan.

Evet, yani, aslında yanımdaki ben'dim.

10 Aralık 2010 Cuma

İstanbul Huniversitesi

Yarın bir aksilik olmazsa Ekşi Sözlüğün İstanbul Huniversitesi zirvesinde olacağız Ersin'le. Gidecek olanlar varsa karşılaşırız belki.

Detaylı bilgi için tıkla;

Facebook

Limon

9 Aralık 2010 Perşembe

Yolculuk

Önce İzmit'e, sonra İstanbul'a, sonrasında da Düzce'ye. Bu yolculuk önemli. Sıfırdan başlamak için önce biraz moral. Bu yolculuk sırasında belki Yol Hikayeleri #4 için yazacak bir şeyler çıkar hem. Önceki 3'ü arşivin tozsuz sayfalarında. Baya öncenin yazıları oldular artık. 4. yol hikayesiyle dönebilmek ümidiyle giderken, okumayanlar ve okumak isteyenler için kaçırılmayacak fırsat.

Yol Hikayeleri #1

Yol Hikayeleri #2


Yol Hikayeleri #3

8 Aralık 2010 Çarşamba

Mar Adentro

-Nasıl bu kadar gülümseyebiliyorsun Ramon?

-Kaçıp gidemiyorsan ve kesin bir biçimde başkalarına bağımlıysan gülerek ağlamayı öğreniyorsun.


Sevgili Julia. Gené bana, davamı bir avukatın üstlenmek istediğini söylediğinde, kararımı etkileyen bir şeyler oldu. Avukatın da amansız bir hastalığa yakalanmış olduğunu anlamıştım. Düşündüm ki yalnızca o durumdaki biri gerçekten hislerimi anlayabilir, ve cehennemimi paylaşabilirdi. Şimdi anladım ki, karşına senin gibi birileri çıktığı zaman, o cehennem, yaşamaya değebilir. Onlarla bir sigarayı paylaşmış olmak, bunu yaşamaya değebilir. Ya da, şu an yaptığım gibi, onları, bazı aptalca şeyler yazarak da olsa, kucaklamak..

Ve hazır aptalca şeylerden bahsetmişken, yakında gelip bana yardım elini uzatacağın umuduyla, yazdığım şeyler üzerinde bazı düzenlemeler yapıyorum. Şimdilik, yeğenim Javi onları bilgisayarına kopyalayarak bana yardım ediyor. Bunun dışında, hayat aynı şekilde devam ediyor, biliyorsun.

Manuela bütün bir ayı, beni sarmalayarak geçirdi. Böylece önümüzdeki yıl hastalıklar beni savunmasız yakalayamayacak. Javi, büyükbabasıyla dalaşmayı sürdürüyor ve ben de onlar birlikte daha fazla zaman geçirsinler diye bazen ufak tefek işler uyduruyorum.

Bu ay bazı arkadaşlar ziyarete geldi. Bir kısmı bunu 25 yıldır yapıyor. Ve bu beni her seferinde şaşırtıyor. Bana kendi hikayelerini anlatmaktan keyif alıyorlar.

Rosa'yı hatırlıyor musun? Konserve fabrikasındaki kız. Sanırım burayı bir çeşit sığınak gibi görüyor. Bir gün elbiselerimi değiştirmede Manuela'ya yardımetmek istedi ve bu bir münakaşayla sonuçlandı.

Bir kez daha emin oldum ki, hep birilerine bağımlı olduğunuz zaman, mahremiyet diye bir şey kalmıyor. Evet. Sen buradaki varlığınla beni mutlu edinceye kadar, küçük krallığımın düzenini muhafaza edebilmeyi umuyorum.

Kucak dolusu sevgilerimle...



Sevgili Ramon...Lütfen mektubunu yanıtlamakta bu kadar geciktiğim için beni affet. Ama doktorlar, bilgisayar kullanımımı, ve genel olarak da, bacaklarımı kullanmadan yapacağım tüm aktivitelerimi sınırladılar. Yeniden yürüyeceğimin garantisini veriyorlar ama davana devam etmemem gerektiğini söylüyorlar.

Fizyoterapi odasında kocaman bir pencere var. Bazen, oradan atladığımı ve senin gibi, Barcelona üzerinden uçtuğumu hayal ediyorum. Denize varıyorum ve yalnızca o sonsuz ufuk çizgisini görebildiğim yere kadar, uçmaya devam ediyorum. Ve bir düşün, ne kadar aptalım, sen de Corunna'dan aynı şeyi yaparsan, tekrar dünyayı dolaşabileceğini ve sonunda gezegenin bir yerlerinde birbirimizi bulacağımızı varsayıyorum. Özgürlükten ve mahremiyetten yoksunluk konusunda seninle aynı durumdayım. Bu konuda sabırlı olmaya çalışıyorum, en çok da büyük bir özveriyle benimle ilgilenen kocam için. Ama bir yandan da, bu tembelliğe alışmaya çalışıyorum. Bana verilenlere yalnızca minnattar olabilirim, çünkü bunları kabul etmekten başka çarem yok. Umarım birkaç ay içinde seni görebilirim. Ve böylece sana kitabında yardım etme sözümü tutabilirim. O zamana kadar, teşekkürlerimi ve kucak dolusu sevgilerimi kabul et.

Ramon'un yeğeninin arabanın kapısını çaresizlik içinde kapattığı ve sonra arabanın peşinden koştuğu sahne. Nasıl ağlatmasındı.

7 Aralık 2010 Salı

Yorumlu Yorumsuz

Ah ulan Devlet Bahçeli, keşke ben de senin gibi sadece kafamı şu matematiksel hesaplara yormak durumunda olsaydım. Hayat ne güzel olurdu. 4'ler, 5'ler, 40'lar, toplamalar, çarpmalar, bölmeler, 0'ları atmalar, ortaya çıkan raggamlar. Hayat her defasında Gırggh yapsa ne olurdu. Bu inandırıcı olmayan bir hesap mı? Hayatın anlamını çözmüş reyis, biz boşuna debeleniyoruz.



İlgilenenler için twitter hesabı kendisinin.

İlk zamanlar şu yazdıklarıyla yine şahsımı dumura uğratmayı başarmıştı:
Bir yazın yanına üç sıfır ekleyin. Sıfırlardan birisi zeka ve kabiliyet, diğeri bilgi ve eğitim, sonuncusu birikim ve tecrübe olsun.

Bulduğunuz 1000 sayısından biri silerseniz kalan üç sıfırdır. Bir anlam ifade ediyor mu? Hayır. Öyleyse bir (1) size göre ne olmalıdır?

Yahu şaka maka bu adam Türkiye'de en çok oy alan 3. partinin genel başkanı.

Bunlar da bonusları olsun:
Ganalizasyon
Coğrafya'da arasak bulamayız

6 Aralık 2010 Pazartesi

Deli Saçması

Nasılsın diye soranlara iyi ya da kötü cevap veremiyorum. Verdiğim cevap; "nasıl olduğumu sorgulamıyorum" bu aralar. Aslında en çok sorguladığım şey bu. Sorguladıkça daha da kötüleşiyor durum. Bırakıp gitmiyorum ama neden bilmiyorum. Neyi beklediğimi de bilmiyorum. Hiç bir şey yapmıyorum. Kendimi ben bile çözemiyorum, anlayamıyorum. Amaçsızlığın, sefaletin, ezikliğin, acınasılığın ve akla gelecek herşeyin dibine vurmuş durumdayım. Kendimden o kadar nefret ediyorum ki. Kimseden daha fazla edemem böyle. Birşeyleri yapmak için nedenlerim varken yapmıyor, yapamıyor olmam. Sadece tembellikle açıklanabilecek bir şey değil bu. İçinde bulunduğum psikoloji eritiyor günden güne beni. 7-8 ay önce bir süreliğine gitmekti istediğim. Hayatımı sıfırlayabilmekti. Gittiğim yerde başarabilirsem toparlanabileceğime inanıyordum. O güveni kazanmak çok önemli diyordum. Artık onu yapmak bile gelmiyor içimden. Başta kendime ve sonrasında hiç kimseye bir faydam yok. Yaşamamın bulunduğum çevreye bir faydası yok. Bugün o kadar bunaldım ki. Evden üzerimdeki kıyafetlerle çıktım dışarıya. 2-3 saat boyunca dolaştım, yürüdüm. Çocukluğumdan bugüne bir çok şeyi düşündüm. Yaşanmamış olmasını istediğim şeyler yaşanmamış olsaydı neler farklı olurdu ki bugün. Artık gitmeyi bile istemeyeceğim kadar umutsuz kalmamdaki sebep ne? Hiç bir şey yapmadan beklediğim şey ne? Neden yapamıyorum, neden bu kadar güçsüzüm? İçinde bulunduğum psikoloji o kadar berbat ki. Kendimi çözemiyorum. Bağırıp çağırmak istedim dolaşırken. Ara ara geçmişten bugüne düşündüğüm şeylerde gözlerim yaşlandı yine. Mezarlığın yanından geçtim, içerde dolaştım. 84'te doğup 2001'de ölmüş olan birinin mezarına takıldı gözüm, ardından da gözyaşlarım. Tanımadığım insanlardan en fazla ateş isteyebilmiş bir insanım, sigara değil. Biri çok sağlam dövse beni, çaksa tokadı kendine gel diye. Bir işe yarayacaksa hastanelik etse beni. Bir şeyler söyleyin bana, işe yarayacağına inanıyorsanız eğer. Daha fazlasını da yazabilmeyi isterdim. Bu kadarını atabildim içimdekilerin.

Ne gidebiliyorum, ne de bu kahrı çekebiliyorum.
Mar Adentro'yu izlicem şimdi. İyi gelmeyeceğini bile bile.
Sana verebileceğim tek şey sevgim. Kendinden böylesine nefret etmiş biri olarak tezat gözüküyor bu değil mi? Belki de sana da bana da lazım olan şey bu. Sevgi.

5 Aralık 2010 Pazar

En Gıcık Aldığım Şeyler #2 Belediye Otobüsleri

30 Mart'ta en gıcık aldığım şeyler'in ilki olan vesikalık yazısını yazmıştım. Yazmak hep aklımda olsa da çok geciktirdim belediye otobüsleriyle alakalı olan yazıyı, onlar da bizi çok geciktirdiler gitmek istediğimiz yere.

Neresinden başlayacağıma karar veremiyorum. Beynime random komutunu yolladım ve ilk gelenle başlıyorum.

Öncelikle bu otobüslerin hayattan çaldığı zamanı ele alalım.

Hiç azımsanmayacak bir zamandır bu. Matematiksel hesabını yapamıyorum ama zaten önemli olan da işin psikolojik boyutu. Psikolojik olarak ömrümün yarısını yemişlerdir. Şöyle ki;

---otobüslerin hayattan çaldığı zaman---

otobüse binilecek yere yürüyerek gidilen süre
+
otobüsü bekleme süresi
+
otobüsün dolu geçmesi nedeniyle ikinci bir otobüsü bekleme süresi
+
otobüsün içinde geçen süre
+
otobüsün kalabalık olmasının verdiği gerginlik(süre değil ama çok etkili bir etken, sonuçta ömür yiyen bi durum)
+
otobüsten indikten sonra gidilecek yere yürüyerek gidilen süre
=
ömrümün yarısı

---otobüslerin hayattan çaldığı zaman---


Otobüs hareket etmek üzereyken koşturursun, 10 metre kalmıştır otobüse, otobüs ise hafif gaz almaya başlamıştır. Filmlerde patlamak üzere olan bombaların son anda imha edilmesi sahnesini yaşarız bu anlarda. Koşarız, koşarken "ulan yetişemicem galiba" diye düşünüp bir an için duraklarız, sonra "yok lan kalkmayacak gibi oldu" diyip yeniden vites arttırırız. Bazen yetişiriz, çoğunlukla kaçırıp şoförün yedi ceddine söveriz. Kaçırdıktan sonra durakta mal gibi kalmak nasıl koyuyo adama be!


Otobüs dolu olduğu için binememe durumunu yaşamak da ayrı bir sinir bozucu durum. Sabahın köründe kalkmışsın okula, işe gideceksin, ısrarla bekliyorsun bineceğin otobüsün gelmesini, sonunda o otobüs gelir ama ya durmadan geçer, ya da durur ama sen binemeden kalkar gider. Kapasitesinin iki katı kadar insan doludur zaten o otobüste. Durup da sen binemeden kalkıp gittiğinde "ya abi orta kapıyı aç, arka kapıyı aç oralar boş yaa" seslerini ya duyarız ya söyleriz bazen. Bazen de otobüs şoförleri yolculara isyan eder, "ilerleyelim arkaları boş bırakmayalım, hadi binecek var" diyerek. Bu da şoföre sövme sebebidir. Üstüste binmişiz ulan daha ne kadar sıkıştırcaksınız. Ya otobüsteki kişiler tarafından ya da otobüse binemeyen kişiler tarafında küfür yiyecektir o şoför kaçışı yok.


Havaların sıcak olduğu zamanlarda otobüsün gittiği doğrultuyu hesaplayarak oturmak da çok önemli bir husus. Güneş vuran tarafına oturursan o sıcakta pişersin, terlersin. Hatta bazen mecburiyetten o tarafa oturman gerekir. Güneş gelen tarafta iki koltuk da boştur, koridor tarafına oturursun. Sonradan binen biri oturmak istediğinde yana doğru dönme hamleni yapar, o kişiyi cam kenarına hapsetmek istersin. O anda yaptığın bu piçlik, sana küfür olarak geri döner. Ama o küfreden kişi de aynısını yapıyordur umursama sakın! Senin başına az gelmedi bu durumun aynısı.


Nispeten boş olan otobüslerde biz erkekler en öne oturmayız. Biliriz ki yaşlı birisi gelecek ve illa ki biz oradan kalkacağız. Kızların ise ilk tercihi öndeki koltuklar olur. Adriana Lima havasıyla otobüse binen kızımız başka hiç bir yere bakmadan hemen ilk bulduğu boş koltuğa can simidine sarılır gibi oturur.


Yanıma oturan kişi durumu var ki bu da can sıkıcı olabiliyor. Yanım boş, bir kaç kişinin daha yanı boş, otobüse binen güzel bir kız hiç bir zaman benim yanıma oturmaz. Gider otobüsün en tipsiz adamının yanına çöker. Nuri Alço gibi mi görünüyorum lan ben dışardan?!?! Hayır yanıma birinin oturmamasını yeğlerim ama sonunda şu olur: Benim yanıma da sonunda bir adet göbekli amca çöker. İşte o an tam bir Umut Sarıkaya tipi mutsuzluk tanımları anlarındandır. Bir de yanınıza oturan kişinin ilk boşalan koltukta yanınızdan kalkıp o koltuğa geçmesi durumu var. Bu da kötü hissettirebilir bazen. Tamam oturmanı istememiştim ama madem oturdun kalkma!


60 yaşın üzerindeki teyzeler ve amcalar vardır. Bir şey olsa da ona buna laf atsam meraklısı. Telefon çalar "beyfendi otobüste telefonla konuşmak yasak, lütfen kapatın o telefonu, hepimizin canıyla oynuyorsunuz" der. Bunu demeye programlanmıştır bu amcalarımız, teyzelerimiz. Benim başıma ise farklı şekilde gelmişti bu. Otobüste oturuyorken; yerde kenardaki havalandırma gibi bir şeyler oluyor ya otobüste, ayağımı onun üzerine koymuşum. Adamın biri çıkıp orası ayak koyma yeri değil demesin mi? Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.



Otobüste başıma gelen en eğlenceli şey, ya da şöyle diyim benim en eğlendiğim şey bir kazaydı. 30A ile Mecidiyeköy'den Beşiktaş'a giderken Barbaros Bulvarı'ndan aşağıya inerken öndeki taksiye çarptı otobüs. Ben de sıkı tutunmadığım için ve ani fren etkisiyle yere yapıştım. Benim önümdeki bir kız 2-3 tur yuvarlandı filan. Neyse beni bi gülme tuttu, düşüşüm ve o kızın düşüşü bana ne kadar komik geldiyse, neden komik geldi hala bilmiyorum da, otobüsten indiğimde eve gidene kadar aklıma geldikçe kahkaha attım. Karda yere düşünce de gülme tutar beni, bir yandan da söverim o ayrı.


Okula derse giderken bir sabah, yanıma para almayı unutmuşum, bilette de hiç kalmamış ama bilmiyorum. Otobüse bindim biniş yok kartta. İlerde basarım abi dedim. Geçtim arkaya, cebe baktım para da kalmamış. Şoför bilet alınabilecek duraklardan birinde durdu, biletini almayanlar alsın diye bağırdı. Ben inmedim tabi inip napıcam. Sonra şoför otobüsten indi geldi beni arkada buldu niye almıyosun biletini dedi. Dedim abi böyle böyle yanıma para almayı da unutmuşum. Baştan söylesene, o zaman binme otobüse dedi bastı gitti itoğlu! Öylece kaldım orda, paraya da, parasızlığa da, belediye otobüslerine de bir kez daha lanet ettim.


Metrobüs çilesi var artık bir de. Ama en azından katlanılabilirliği var. Trafiğe takılmadan gidebiliyorsun yarım saatte, eskiden 2 saatte gittiğin yolu.



Bak bak Japonlara bak nasıl yapmışlar otobüslerini. Bize ne zaman gelir lan bu otobüsler?

4 Aralık 2010 Cumartesi

Eften Püften Başarılar #2

Hocanın "herkesin puanını 30 puan öteledim" dediği vizeden 15 almıştım.

Bir arkadaşımın ve kendimin notuna bakmak için hocanın odasına gittim. Önce arkadaşımın kağıdını buldu hoca, gösterdi çok kötü bu kağıt dedi. 35 almış arkadaşım. "Aslında bu 5 puanlık kağıt, herkesi 30 puan öteledim" dedi. Öyle diyince oh dedim en azından 30-40 aldım heralde. Benim kağıdı çıkardı 15(yazıyla on beş). Orda bakarken bişey demedim. "Hani 30 puanım nerde hocaaaa!" diyemedim.

Sınıfta derste notları okurken yine herkesi 30 puan ötelediğini söyledi ve sırayla okudu. Beni söyledi 15 diye. -15'lik kağıt vermişim dedim. Sınıf güldü. Ben güldüm. Hoca güldü. Anam ağladı.

Sometimes There Is A Maaaan

mergiz'den gelmiş talep. Arz ederim.
Pearl Jam - Once eşliğinde.

Bir zamanlar ben;

Hiç küfür etmezdim. Edenleri duyunca da içimden "töbe töbe" der dururdum onların yerine. Tam bir Fırat durumu. Artık tabiri caizse küfürle imza atıyorum.

İlyas Salman'ın filmde ezilmesine ağlamıştım.

Sometimes there is a maaaaan diyip duruyordum. Hala arada der dururum kendi kendime.

10 yaşındayken uykudan uyandığımda tuvalet yerine yanındaki dış kapıdan çıkıp merdivenlere işemiştim. O günden beri uyurken tuvalete kalkmıyorum.

Testlerde başarılı olur, yazılılarda sıçardım. Vize ve finallerde sıçmaya devam ediyorum. Uzun zamandır test sınavına girmedim. Durum nedir bilemiyorum.

Düzeltme

Açtığımız diğer blogun adresini değiştirdik.

Panda Ronaldo

2 Aralık 2010 Perşembe

Birinci Yıl, İkinci Blog


Geçen yıl bugün, blogun ilk postunda "Başlıyoruz yazmaya. İçimizde ne varsa. Herşeyle alakalı.." diyerek başlamışız yazmaya. Yeri geldi, eğlenceli, gülünç şeyler çıktı ortaya, yeri geldi hüzünlü şeyler. Saçmaladığım da oldu çok. Yazdıkça daha da çok sevdim yazmayı. Ortaokul ve lisede kompozisyonlarda çakan, hiç kitap okumayan biriydim ben. Artık kompozisyon yazmamı isteyen bir hoca yok. Kitap okuma kısmı ise hayatımın bir başka döneminde olacak diye ümit ediyorum. Tüm güzel şeyleri de aynı anda tüketmemek gerek diye de kendimi avutuyorum.

Yeni bir blog daha açma düşüncem vardı. Futbol ile alakalı. Blog okumaya, takip etmeye futbol bloglarıyla başlamıştım. Buraya futbolu karıştırmamaya çalıştım olduğunca. Artık tamamen soyutlanmış olacak buradan futbol. Belki tek bir yazı yazarım Emrah'ın istemiş olduğu konuda.


Neyse efendim yeni blogun adresini de verip kaçayım. İlgili olanları beklemekteyiz. Gojko Kacar.
Panda Ronaldo

1 Aralık 2010 Çarşamba

Kardeşime.. Yıllık Yazısı

Kardeşim bir yıllık yazısı istedi benden. Benim için hiç yazılmadı yıllık yazısı. Nasıl yazılacağını bilmem. İçinden gelenleri yazmak yeterlidir sanırım. Ben de bunları yazdım.


Fatih'im. Bir çok özelliğin bana benzedi. Abin bu kadar örnek alınacak birisi değil. Hayatının bu seneye; liseyi bitirene kadar ki kısmı fazlasıyla benziyor benimkine. Farkı çok büyük bir acıyı yaşadığımızda sen benden çok daha erken yaştaydın. Hayatının geri kalan kısmı benimkine benzemeyecek, benzemesin sakın. Doğruları yap, kendi doğrularını yap, ama bunları yaparken bir değil bin kez düşün. Başarılı olmak için çalış, pes etme hiçbir zaman. Ben her zaman bunu yapabilmen için destekçi olacağım sana. Birşeyleri yoluna sokabileceğim günü bekliyorum sabırsızlıkla. Sana ve ailemize faydalı olabileceğim günü. Sana kendimden çok daha fazla inanıyorum.

Senden bir isteğim daha; 10 Temmuz günü bir odada sadece ikimiz varken salya sümük, hüngür hüngür ağlamıştık ya, o günü hiç unutma, o günün bizi ne kadar önemli bir sorumluluğa doğru yönlendirdiğini hiç unutma, hayatında atacağın her adımı o günü hatırlayarak at.

Abi'n.